Mevlid Kandili sohbeti
İlim, fikir ve gönül önderi Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan (Rh.A.) hocaefendinin " Mevlid Kandili: Allah’a Ulaşmanın Yolu Resûlullah’a Sımsıkı Sarılmaktan Geçer" başlıklı sohbetini istifadenize sunuyoruz...
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühû.
Elhamdülillah bu akşam mübarek gecelerimizden biri. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerinin dünyaya teşrif eylediği günün sene-i devriyesi, Mevlid Kandili dediğimiz mübarek gece.
İnsanoğlunun mânevî pek çok değerleri var. Bu değerlerden bir tanesi de tarih şuurudur. İnsanoğlu hafıza sahibi bir yüksek mahlûk, Allah'ın yüce yaratığı olarak eskiyi, mâziyi hafızasında muhafaza edebiliyor. O da, Cenâb-ı Mevlâ'nın kudretinin, hikmetinin ayrı bir nişanesi. Nice nice bilgiler insanın hafızasında canlı kalıyor. İnsanoğlu bu hafızasındaki bilgileri zihninde evirip çevirip değerlendiriyor. Onlar üzerinde tefekkür ediyor. İşte bu gece de, yani Rebîülevvel ayının 11'ini 12'sine bağlayan gece.
Arabî aylardan Rebîülevvel ayının 12. gecesi diyoruz, çünkü İslâm takvimi mantığına göre güneş battıktan sonra o gün başlar. Güneşin batmasıyla eski bir gün biter yeni bir gün başlamış olur. İşte güneş battığı zaman 11 bitti, ondan sonra 12'sinin vakti başladı çalışmaya. Biz bu vakitlerin geçiş zamanını, tam mesâinin ortasında tarih değişmesin diye şimdi gece yarısına atmışız. O zaman da insanın faaliyetleri durmuyor. Artık, aslında gelişmiş, çağdaş insanın gecesi gündüzü harıl harıl çalışmalarla, faaliyetlerle geçiyor.
Evet, 11 Rebîülevvel'i 12 Rebîülevvel'e bağlayan 571 milâdî yılının, Nisan ayının 20'sinde Peygamber sallallahu aleyhi ve selem Efendimiz dünyaya gelmişler, dünyaya şeref vermişler; Allah'ın rahmeti tecelli eylemiş. Peygamber sallallahu aleyhi ve selem Efendimiz'in dünyaya gelişi bizleri sürûra, sevince gark eden muhteşem bir nimet-i ilahî, ikram-ı ilahî.
***
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bir bahar gününde dünyaya gelmiş; takvimler biribirlerine dönüştürüldüğü zaman 20 Nisan'a rastlıyor. Rebîülevvel ayında dünyaya gelmiş. Enteresandır, ilginçtir; rebî' kelimesi Arapça'da ilkbahar mânasına gelir. Yani Peygamber Efendimiz ilkbaharda dünyaya gelmiş. Rebîülevvel ayı da aylardan birisidir. O da ilkbahara her zaman rastlamaz, döner. Bazen bakarsınız yaza, bazen güze, bazen kışa rastlayabilir ama o zaman ikisi birden denk gelmiş.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz yetiştiği mıntıkada çok iyi bilinen, çok sayılan, çok sevilen, muhteşem, mübarek, mukaddes bir aileden gelmiş olan bir kimse. Dedeleri de geriye doğru saygın kimseler; saygı sevgi duyulan, sevilen sayılan, Mekke'nin eşrâfı, yöneticileri olan kimseler.
Bir hadîs-i şerîfini okuyarak, Peygamber Efendimiz'in mübarek sözleriyle kendisinin soyu hakkında kendi ifadelerini hadîs-i şerîfinden takip etmiş olalım. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
Enes radıyallahu anh'ten İbni Asâkir'in ve Deylemî'nin, Beyhâkî'nin Delâil'inde, Hâkim'in Tarih'inde rivayet ettiğine göre:
Ene Muhammedü'b-nü Abdillah. "Ben Abdullah'ın oğlu Muhammed'im." Peygamber Efendimiz'in babasının adı Abdullah, annesinin adı Âmine idi. Bizde hanım ismi olarak Âmine değil de, Mevlid'den herkes bilir. "Âmine hatun Muhammed ânesi." diye bilirler ama, Emine denmiş. Emine de Arapça'da bir mânâ verir; "güvenilen hanım" mânasına gelir. Emin, Emine. O da olur ama Peygamber Efendimiz'in annesinin adı a'sı uzun Âmine, babası Abdullah idi. Efendimiz kendi soyunu şöyle geriye doğru bildiriyor:
Ene Muhammedü'b-nü Abdillah. "Abdullah'ın oğlu Muhammed'im." Devam ediyor soyuna; Abdullah kimin oğlu, onun babası kim, onun babası kim? Böyle geriye doğru babasını, dedesini söylüyor; dedesinin babası, dedesinin dedesi... geriye doğru isimleri sayıyor.
Ene Muhammedü'b-nü Abdillahi'b-ni Abdilmuttalib. Demek ki dedesinin ismi Abdülmuttalib b. Haşim. Onun da babası, Peygamber Efendimiz'in büyük dedesi Hâşim. Onun için Peygamber Efendimiz'in Kureyş kabilesi içinde grubuna Benî Hâşim, "Hâşimoğulları" derler.
Şimdi Ürdün devletinin başkanı Hâşim soyundan geldiği için el-Memleketü'l-Ürdiniyyeti'l-Hâşimiyye diyorlar. "Hâşimî sülalesinden gelen bir şahıs tarafından hükmedilen, yürütülen, hükümeti sürdürülen memleket" manasında.
***
Efendimiz kendisini anlatmaya devam ediyor. Peygamber Efendimiz sohbete oturdu mu dakikalar, saatler unutulurdu sabaha kadar etrafında ashâb-ı kirâm Efendimiz'i can [kulağı] ile dinlerlerdi. Nasıl dinlediklerini tasvir hoşuma gidiyor. Buyruluyor ki rivayetlerde;
Peygamber Efendimiz'i dinlerken, dinleyenler sanki başlarının üstüne bir ürkek kuş konmuş da "Aman kıpırdamayayım! Kıpırdarsam kuş uçar kaçar." Kaçmasın diye böyle başını kıpırdatmadan, o tarzda Resûlullah Efendimiz'i meclisinde hayran hayran dinleyerek, seyrederek, konuşmasına kendilerini tam olarak verirlerdi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e bazen sorarlardı:
"Yâ Resûlallah! Kendin hakkında bilgi ver bize. Sen nasıl bir mübarek kimsesin, nerelerden gelmesin? Dünya hakkında bilgi veriyorsun, âhiret hakkında, kıyamet hakkında bilgi veriyorsun, Allahu Teâlâ hazretleri hakkında bizi öğretiyorsun, eğitiyorsun, yetiştiriyorsun, ibadetler hakkında bilgi veriyorsun; kendinden de biraz bahsetsene Yâ Resûlallah?" dedikleri olurdu. O zaman da Efendimiz kendisinin nesebi, hasebi çok meşhur biliniyor ama herkes bilsin diye hakikatleri ifade ederdi.
Peygamber Efendimiz o kadar güvenilen bir insandı ki daha peygamber olmadan önce şöhret kazanmıştı: Muhammed el-Emin, Muhammed-i Emin. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in emin sıfatı vardı.
Ne demek?
Kendisine emniyet edilebilen, güvenilebilen insan.
Peki, bu emniyet sadece sözde mi kalmış?
Hayır! Peygamber Efendimiz'e herkes emanetlerini getirir, bırakırlardı. Aman bir kese altınım var, bunu başka yere bırakamıyorum, bu sizin yanınızda kalsın yâ Muhammed, yâ Muhammed el-Emin, yâ Ebe'l-Kâsım! O zaman Peygamber olmadan önce yâ Resûlallah demiyorlardı herhalde, tahminime göre böyle bir hitapta bulunuyorlardı. İsmini de söylemezler de Araplar, asaletli kimselere filancanın babası diye, bir evladının ismiyle isimlendirip söylerlerdi. Peygamber Efendimiz de Kâsım'ın babası olduğu için Ebe'l-Kâsım diye künyelenmişti. Yâ Ebe'l-Kasım! Şu altın kesem senin yanında mahfuz kalsın, ben Şam'a gideceğim, ya dönerim ya dönemem vesaire. Kıymetli şeylerini Peygamber Efendimiz'e emanet ederlerdi; emin kimseydi, soylu kimseydi. Mekke'yi idare eden ailedendi. Asâleti biliniyordu eski devirlerden, İbrahim aleyhisselam'ın soyundan, İsmail aleyhisselam'ın neslinden geldiğini biliyorlardı. Sordular, dedelerini bu kadar saydı. Devamını buyurdu Peygamber Efendimiz:
Ve meftereka'n-nâsu firkateyni illâ ce'aleniya'llâhu fî-hayrihimâ. İnsanlar tarihin akışı içinde kabileler olarak büyüyorlar, nüfus artıyor, ayrılıyorlar. Birisi bir başka tarafa yerleşiyor, ötekisi bir başka tarafa göç ediyor. İki kabile oluyor. İşte, "İnsanlar ikiye ayrıldıkları zaman Allah beni daima en hayırlısı tarafından eyledi." Yani geriye doğru hangi kabileye mensupsa Peygamber Efendimiz, [o daha] hayırlı. O kabilenin akraba kabileleri vardır ama Efendimiz'in kabilesi en hayırlı kabile. Öyle... Peygamber Efendimiz'in soyunu en hayırlısına sevk etmiş Allahu Teâlâ hazretleri celle celâlüh ve amme nevâlühü. Her şeyi hikmetli olan Mevlâ'mız. Hiçbir kimsenin, bir zerre kadar tereddüdü kalmayacak kadar şerefli.
Fe-uhrictü min-beyni ebeveyye. "Ben anne ve babalarımın, dede ve ninelerimin, ecdâd-u ceddâtımın arasından, bir soylu aileden çıkartıldım, dünyaya getirildim."
Fe-lem yusibnî şey'ün min-ahdil câhiliye. "Cahiliye zamanından hiçbir şey bana isabet etmedi." "Hiçbir şey bana isabet etmedi." diyor ama ne olduğunu söylemiyor, "şey" diyor.
Ne demek istiyor?
Cahiliye devrinde her zaman nikâh yoktu, insanlar keyfine göre bazen zina ediyorlardı. Hırsızlık yapıyorlardı, o kabileye saldırıp onun koyunlarını, develerini çalıyorlardı vesaire. Peygamber Efendimiz'in kabilesine, ailesine ne soy bakımından ne de davranış bakımından kötü şeyler isabet etmemiş. Ağır başlı, soylu bir aile, eşraf... kavmin şereflileri. Herkese iyilik yapan, fakirleri gözeten, keselerinin ağzını açıp etrafa iyilik yapan insanlar.
Cahiliyle zamanının kötü âdetlerinden, ananelerinden veya kötü işlerinden, fiillerinden hiçbir şey bana isabet etmedi. Öyle günah, kötülük olacak şeyleri benim soyuma mensup insanlara Allah yaptırmamış. Babadan dedeye geriye doğru hep soylu, eşraftan, ağırbaşlı, herkesin hürmet ettiği kimseler. Hakikaten tarih kitabından biliyoruz, Peygamber Efendimiz'in dedelerine-dedesine Kureyş'in nasıl hürmet ettiğini, nasıl sözünü dinlediklerini biliyoruz.
***
Evet, geriye doğru Peygamber Efendimiz'in soyu İsmail aleyhisselam vasıtası ile İbrahim aleyhisselama giderdi. İbrahim aleyhisselam da Allah'ın halîli; Halîlullah. Peygamber Efendimiz Habîbullah, Halîlullah; herşeydir de Peygamber Efendimiz'in şöhreti Habîbullah, "Allah'ın sevgili kulu." Dedesi, çok eski büyük dedesi İbrahim aleyhisselam da Halîlullah. Halil; "Çok samimi arkadaş" demek. Halîlullah. "Allah'ın arkadaşı, samimi, sırdaş dostu" mânasına. O sıfatı almış bir mübarek insan. Putlara tapmamış, putlara tapmayı reddetmiş, putları kırmış, putlarla mücadele etmiş bir insan.
Evet, Peygamber Efendimiz işte böyle mübarek bir aileden... Dedeleri tertemiz; Hz. Âdem'e kadar insanoğullarının en soylularına bağlı. Peygamber Efendimiz'in şeceresi böyle güzel, pırıl pırıl nurânî bir şecere.
[Peygamberimiz] Mekke'de dünyaya geldi.
Benim Anadolu'daki gezilerimde; çocuklar arabalarımızın yanına geliyorlar, merak ediyorlar; arabanın markası ne, bu gelenler niye buraya geldiler, niye durdular? Ben de onlara selam veriyorum, soruyorum:
"Söyle bakalım senin peygamberinin ismi ne?" diyorum.
Bazısı doğru söylüyor, bazısı da bilemiyor. Bu da annelerinin babalarının kusuru, toplum olarak bizim kusurumuz; dinimizi öğretemiyoruz, insanın bilmesi lazım peygamberini. Bazen de soruyorum:
"Peygamber Efendimiz nerede doğdu, nerede vefat etti, nerede yatıyor?" diye.
Biliyorlar Mekke'de doğduğunu, evet Mekke-i Mükerreme'de dünyaya geldi.
Nerede dünyaya geldi? Yerini düşünelim:
Hacca gidenler göz önüne getirsin. Hani Mescid-i Haram'ın bir köşesinde Safâ Tepesi var. Mescid-i Haram'ın içine bağlanmış durumda şu anda. Direklerin arasından geçtiğiniz zaman aynı mekânın bir köşesi gibi Safâ Tepesi var, yüksekçe bir yer. Düz bir yol halinde 400 küsur metre öbür tarafa doğru meyilli, inişli çıkışlı bir yol. Öbür tarafı da Merve Tepesi. Safa ile Merve. İşte bu Safa Tepesi'nde Merve'ye döndüğümüz zaman sağ tarafta, hemen oraya yakın bir yerde, Peygamber Efendimiz Benî Hâşim Yurdu denilen -dedesinin mıntıkası, arazisinin olduğu yerlermiş- yerde dünyaya geldi. Evi muhafaza ediliyor. Evinin mıntıkası tabii... Evinin ilk hali keşke bir zerresine dokunulmadan korunsaydı! Evinin olduğu yerde şimdi bir kütüphane mevcut. Orada, Mekke'de dünyaya geldi.
Peki, "Peygamber Efendimiz nerede medfun, kabri nerede bulunuyor?" diye sorduğumuz zaman bu sefer bu soruya yalan yanlış cevaplar veriliyor.
Peygamber Efendimiz Medîne-i Münevvere'de medfun. Mekke'de doğdu, Medine'ye hicret etti. Medîne-i Münevvere'de vefat etti, kabr-i şerîfi Medîne-i Münevvere'de.
Kabrinin, vefat ettiği yerin bitişiğinde, Peygamber Efendimiz kendi hayatında mescidini yaptırmıştı: Mescid-i Nebevî'si. O zamanın ölçülerine göre küçük bir mescit idi. Şimdi o ilk alana göre kaç 100 misli büyüdü. Peygamber Efendimiz'in kabri o mescidin içinde kaldı, sol tarafta.
Kendi mescidinin sol tarafında kapısı vardı. Peygamber Efendimiz o kapıdan mescide girerdi. O kapının öbür tarafı kendisinin eviydi. Hz. Âişe validemizin odasında vefat etti, oraya defnedildi. Orası şimdi Peygamber Efendimiz'in mescidinin içinde. Üstünde de bir kubbe var; ucu sivri, uzaktan baktığınız zaman görünüşü miğfer gibi. Savaşçıların başına giydikleri miğferin orta yeri yüksek oluyor. Belki tarih kitaplarında görmüşsünüzdür. Öyle bir kubbe var ve rengi yeşil. Arapça'da yeşil ahdar, veya hadrâ kelimesiyle ifade edilir: el-Kubbetü'l-hadrâu. Yani, yeşil renkli türbenin gösterdiği mekânın altında Peygamber Efendimiz'in kabr-i saadetleri.
Hacca gidenler Mekke'de hac vazifelerini yapınca, Medine'ye gelip Peygamber Efendimiz'in kabr-i şerîfini de ziyaret buyuruyorlar. Çünkü "Peygamber Efendimiz'in kabrini ziyaret etmek, hayatında kendisini ziyaret etmek gibi sevaplı" güzel bir şey.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'i sevmek dinimizin temeli. İmanımızın temeli de Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in Peygamber olduğunu ifade etmek.
Eşhedü en lâ ilâhe illallah diyoruz. "Şehadet ederim ki, şahit olurum ki, şüphesiz bilirim bildiririm ki Allah'tan başka tanrı yoktur, tek tanrıdır Allah, onun şeriki ve benzeri yoktur." Eşhedü en lâ ilâhe illallah diyoruz, imanımızın bir bölümünü ifade etmiş oluyoruz.
Ve eşhedü enne muhammeden abduhû ve resûluhû. "Yine şehadet ederim ki Muhammed de O'nun bize gönderdiği mübarek resulüdür, elçisidir, ama kuludur." diyoruz.
"Ama kuludur" diye niye söylüyoruz?
İnsanlar yanılıp şaşırıp da peygamberlerini tanrı edinip tapınmasınlar, sapıtmasınlar, Allah'ın sevmediği bir bâtıl inanca düşmesinler diye bunu özellikle Peygamber Efendimiz üstüne bastıra bastıra söylemiş olduğundan biz de söylüyoruz. Kulu... Peygamber Efendimiz Allah'ın kulu ama müstesna kulu, Allah'ın bir kulu ama en sevgili kulu. Hani, "Yakut da bir taştır ama..." diyor bir Arap şâiri. Yakut da kırmızı renkli bir taştır. Yüzüğün üstünde yüzüğün taşı yakut. Yakut da bir taştır ama öbür taşlardan çok farklı...
Yakut ne kadar kıymetli bir taş! Sokaktaki taşlar ne kadar olağan bir taş! Peygamber Efendimiz de bir beşer ama o ne kadar üstün bir beşer! Öteki insanlar nasıl olağan bir insan ama Peygamber Efendimiz ne kadar mübarek, ne kadar şerefli, ne kadar olağanüstü bir insan! Tarif edilemez, kıyas kabul etmez. Fevkalâde, tarifsiz derecede, mukayese edilemeyecek kadar yüksek bir şahsiyet.
Peygamber Efendimiz'in kendisini anlattığı başka hadîs-i şerîfler de var. Onlardan da bir iki tanesini sizlere aktarmak istiyorum. Çünkü Resûlullah'ı kendisinden tanımanın tadı mutlaka başka türlü olur. Bir de, bir dua var benim hoşuma gider. Onu hatırıma getirdi benim kendi sözüm:
Lâ uhsî senâen aleyke ente kemâ esneyte alâ nefsike. "Yâ Rabbi! Ben seni layıkıyla methedemem, sen kendini nasıl tavsif etmişsen sen öylesin!" buyurmuş Peygamber Efendimiz. Biz Allah'ı tarif edemeyiz; O kendisi nasıl tarif ederse, isabetli tarif odur. En güzel söz odur. Biz Allah'ı bilemeyiz, Allah bildirirse biliriz.
Biz Resûlullah'ı ne kadar anlatmaya çalışsak, kelimeler kendi duygularımızı bile anlatmaya yetmez. Zaman yetmez, sözler yetersiz kalır. Ama Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in o eşsiz, engin güzel ahlakını, o müstesna tevazu ile nasıl kendisini anlattığını dinlemek, tabii onun tadı başka...
Câbir radıyallahu anh'ten İbni Asâkir ve Dârimî'nin -Sünen-i Dârimî'yi biliyorsunuz; hadis alimi bu.- naklettiğine göre Peygamber Efendimiz buyurmuş ki;
Ene kâidü'l-mürselîn ve lâ fahra. "Ben peygamberlerin serveriyim, komutanıyım, başkanıyım; övünme yok." Allah beni böyle bir makama oturtmuş, Makâm-ı Mahmûd'u bana ihsan etmiş, bütün peygamberler benim mâiyetimde, arkamda.
Ve ene hâtemü'n-nebiyyin ve lâ fahra. "Ben peygamberlerin sonuncusuyum, onu en son mühürleyip bir seriyi tamamlayan en sonuncuyum. Peygamberlerin hâtemiyim, övünme yok."
Ve ene evvelü şâfi'in ve müşeffa'in ve lâ fahra. "Ben de kendisine Allah tarafından âhirette ilk defa şefaat hakkı verilecek, şefaatçiliği kabul edilecek, o makam kendisine ihsan edilecek kimseyim; övünmek yok ama gerçek budur." diye bildiriyor.
Peygamber Efendimiz mütevazı idi ama Allah'ın kendisine, "Bildir Ey Resûlüm!" dediği şeyleri bildirmesi gerektiğinden bildiriyor. Kendisi tanınsın diye bildiriyor, arada da ve lâ fahr, övünmek yok diye ifade ediyor.
Burada bir sahih hadîs-i şerîfi size nakletmek istiyorum; Peygamber sallallahu aleyhi ve selllem Efendimiz buyurmuş ki;
Vellezî nefsî bi-yedihî. "Canım elinde olan, beni yaratan, yaşatan, dilerse hayatıma son verecek, öldürecek olan, canım elinde olan Allah'a, nefsim elinde olan Allah'a yemin olsun ki..."
Lâ yü'minu ehadüküm. "Sizden biriniz hakiki mü'min olamaz, tam inanmış sayılamaz."
Hattâ ekûne ehabbe ileyhi min vâlidihî ve veledihî ve'n-nâsi ecmaîne. "Ben ona, o mü'mine babasından da, evladından da, bütün diğer insanlardan da daha sevgili olmadıkça mü'min olamaz."
Bir mü'min Resûlullah'ı tanıyacak, kemâlâtını, kerâmâtını, ikrâmâtını; evsâfının, cemâlinin yüceliğini bilecek, tanıyacak resûlunü; sevecek, âşık olacak, muhibb-i resûl, Resûlullah'ın muhibbi olacak. Resûlullah'ın aşkı, sevgisi kalbine yerleşecek. O aşk ile benzi sarı, gözü yaşlı bir âşık-ı sâdık olacak; [ancak] o zaman hakîki mü'min olur.
Süleyman Çelebi'nin Mevlid'inin dua bölümünde bir beyti vardır:
Gözü yaşı hakkı içün âşıkların
Bağrı başı hakkı içün sâdıkların.
İşte o âşıkların gözyaşları çok kıymetli oluyor. Aşktan, sevgiden dökülen gözyaşları çok yüksek duyguları ifade eden inci gibi, pırlanta gibi gözyaşları oluyor. Dua ederken de Süleyman Çelebi onu ölçü olarak koymuş önümüze. Allah'a yalvarırken diyor ki;
Yâ Rabbi! Sana şu âşık-ı sâdık kulların divanına durup ibadet ediyorlar. Seni, Resûlullah'ı sevenler, âşık-ı sâdık mü'minler var ya! Hani gözyaşı döküyorlar ya seni zikrederken, Resûlune salât ü selâm getirirlerken! O gözyaşının ne kadar kıymetli olduğunu Peygamber Efendimiz hadîs-i şerîflerinde bildirmiş ya! İşte o gözyaşının hürmeti için, onun hakkına benim dualarımı kabul et diyor. Öyledir, o gözyaşları gerçekten çok kıymetlidir.
Evet, Peygamber Efendimiz'in "övünmek yok" diye bildirdiği bir başka hadîs-i şerîfi de nakletmek istiyorum. Bu hadîs-i şerîf Ebû Saîd hazretlerinden radıyallahu anh'ten rivayet edilmiş, Tirmizî, Ahmed b. Hanbel ve İbn Mâce tarafından nakledilmiştir. Tirmizî "hasen hadistir" buyurmuş.
Ene seyyid-ü veled-i âdem. Veya vüldi âdem. olabilir. Bu kelimenin birkaç okunuş imkânı var. "Ben âdemoğullarının seyyidiyim."
Seyyid ne demek?
Soylu, asil, efendi demek. "Ben âdemoğullarının en soylusu, en asâletlisi, efendisiyim." diyor.
Evet, Peygamber Efendimiz nerede?
Yevme'l-kıyâmeti. "Kıyamette âdemoğullarının seyyidiyim." Peygamber Efendimiz, "En yükseği, efendisi, başkanı, en yüksek derecelisiyim." diyor. Evet, Peygamber Efendimiz bütün insanların seyyididir. Bütün insanların değil peygamberlerin de seyididir:
Seyyidü'l-evveline ve'l-ahırîn, seyyidü'l-enbiyâi ve'l-mürselîn. "Kıyamet gününde Allah'ın sevgili kullarının da hepsinin başındadır."
Ve lâ fahr. "Övünmek yok." Burada da ve lâ fahr diyor. Böyle bir şeyi Allah bana vermiş diye böbürlenecek, kendini beğenecek bir duruma düşecek bir insan değilim. Övünmek yok, tevazu içinde Allah bana bu makamı vermiş. Tebliğ ediyorum, bilin diye bildiriyorum. Çünkü mü'minin Resûlullah'ın kıymetini bilmesi lazım.
Ve bi-yedî livâü'l-hamdi, ve lâ fahra. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki; "Ahirette elime livâü'l-hamd verilecek." Elimde livâü'l-hamd olacak.
Ne demek?
"Hamd sancağı" demek. Yani Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in tanınması, işareti, remzi olarak elinde Hamd sancağı olacak. Livâü'l-hamd. Hamd sancağı. Ve bu öyle bir sancak ki, devam ediyor:
Ve mâ min-nebiyyin yevme izin âdeme fe-men sivâhu illâ tahte livaî. Mahşer gününde, öyle bir mekanda o zaman öyle olacak ki o gün Âdem aleyhisselam ve ondan sonraki bütün peygamberler... Yani, Adem aleyhisselamdan beriye doğru zaman ilerledikçe, insanların muhtelif bölgelerdeki toplumlarına Allah tarafından gönderilmiş bütün peygamberler... Adları bilinenler, bilinmeyenler, tarihin sayfalarında olanlar, Allah'ın bildiği de kulların bilmediği binlerce, yüz binlerce peygamber... Âdem aleyhisselam ve ötekilerin hepsi... "Hiçbir peygamber yoktur ki o gün benim bu Hamd sancağımın, bayrağımın altında, livâü'l-hamdimin altında olmasın. Hepsi orada olacak!" Âdem aleyhisselam da Peygamber Efendimiz'in sancağının altında olacak. Âdem aleyhisselamdan sonra yaşamış, gelmiş geçmiş bütün peygamberler de onun sancağının altında olacak.
İhtişamı bir düşünün! Peygamber Efendimiz'in Hamd sancağı yücelerde sallanıyor, onun altında 124 bin peygamber, evliyaullah, salihler, şehitler, Allah'ın sevgili kulları, peygamberler ve sevgili kullarının hepsi Peygamber Efendimiz'in livâü'l-hamdi altında olacak. Sancak Peygamber Efendimiz'in elinde! Ne kadar heyecanlandırıcı bir manzara olduğunu anlamaya çalışın, tüyleriniz diken diken olsun.
Şu mübarek kandil gününde Allah'tan niyazımız, bizi de Rabbimiz o livâü'l-hamd altında, Peygamberimiz Hamd sancağı altında haşreylesin; peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, salih kullarla beraber biz de orada olalım! O sancağın dışında âsîlerin, mücrimlerin ayrıldığı; öbür taraftaki kâfirlerin, müşriklerin, münafıkların, âsîlerin, mücrimlerin gruplarında olmayalım! Bu Hamd sancağının altında Allah bizi mahşer günü haşreylesin!
Peygamber Efendimiz, "O sancak benim elimde olacak, ama övünmek yok." diyor.
Allah'ın takdiri bu, Allah'ın ona verdiği bir nimet. Bir nimet verildi mi Allah'a şükredilir, hamdedilir. Yoksa o nimet eline geldi diye başkalarına eza cefa verici kibir, gurur, ücup, kendini beğenmek, övünmek, böbürlenmek gibi şeyler güzel ahlakta, İslâm ahlakında yoktur.
Peygamber Efendimiz'e Allah her türlü güzellikleri vermiş, Efendimiz de en çok şükreden kul durumunda. Fakat övünüp, kibirlenip, kibirli davranıp kimseyi ezmemiş. Fukara çağırdığı zaman fukaranın sofrasına gitmiş, miskinlerle oturmuş kalkmış, tevazuyu tercih etmiş, yokluğu varlığa tercih etmiş. Cebrail aleyhisselam önüne elpençe divan durup da: "Allah beni sana gönderdi yâ Resûlallah! Dilersen şu karşıdaki dağları altın yapacak." dediği zaman onu kabul etmemiş. Tevazu içinde yaşamış.
Peygamber aleyhisselam Efendimiz'in eline para geçmemiş mi?
Çok, çok imkânlar geçmiş ama bir gün bekletmeden onları yoksullara, fakirlere hemen dağıtırmış. Evinde bir şey biriktirmeyi sevmezmiş, hazine etmeyi, depo etmeyi, saklamayı, ihtişamı sevmezmiş. Tevazu içinde, hurma lifinden yapılmış sert bir yatakta yatarmış, mütevazıâne giyinirmiş; Allah'ın en sevgili kulu olduğu, Allah'ın kendisine en yüksek makamı verdiği halde.
Devam edelim Efendimiz'in kendisini anlatan hadîs-i şerîfine:
Ve ene evvelü men tenşekku anhü'l-ardu ve lâ fahra. "İlk defa yeryüzünün, toprağın yarılıp üzerinden açılacağı kişi ben olacağım ama övünmek yok."
Bu ne demek?
Herkes ölüp de kabre konuluyor ya, ba'su ba'del mevt, ölümden sonra dirilme zamanında kabirler açılacak da insanlar kabirlerinden kalkıp mahşer yerinde toplanmayacaklar mı; toplanacaklar. İşte o kabirlerin, ilk kabri açılıp da mahşer yerine ilk gelen kimse Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz olacak. Kendisi bunu böyle bildiriyor. Topraktan, kabrinden kalkıp da mahşer yerine ilk gelecek kendisi olacak.
Ve ene evvelü şâfi'in ve evvelü müşeffe'in ve lâ fahra. "Ben ilk şefaatçi olacağım orada..."
Müşeffe' ne demek?
Şefaat hakkı kendisine verilmiş, şefaat etmesine müsaade olunmuş, şefaati kabul olunmuş insan demek.
Herkes şefaatçılık yapmak ister. Temsilen anlatalım: Kalkar, valinin, müdürün, komutanın karşısına gidip de, işte rica ediyorum şu şahsa şöyle yapın böyle yapın, der ama kabul ederler mi?
Bazen derler ki, çekil kenara sen bu işe karışma, kabul etmiyoruz, ona ben yapacağımı yapacağım, derler.
Peygamber Efendimiz şâfi, şefaatçi ve şefaati Allah tarafından kabul edilen; peki seni şefaatçi kabul ettim, buyur dilediğine şefaat et, diye şefaatçiliğine müsaade olunan şâfi' Peygamber Efendimiz. Şâfi' ayın iledir. Şâfi' ayın ile olunca şefaat eden demek. Şâfî, i ile olursa uzun i ile, ye ile yazılır. Şâfî. sonunda i olursa, ayın olmazsa o zaman şifa veren demek.
Allah Şâfî'dir, insanlara şifa veriyor. Buradaki kelime o Şâfî değil, bu Şâfi' ayın ile, şefa'at kelimesinden geliyor. Peygamber Efendimiz'in şefaati var.
Müjdeler olsun hepinize, Allah bizi Peygamber Efendimiz'in şefaatine erdirsin.
Peygamber Efendimiz ümmetine şefaat edecek. Mahşer yerinde müteaddit şefaatleri var. Din kitapları onları uzun uzun anlatıyor. Müteaddit yerlerde, mevkilerde, zamanlarda Peygamber Efendimiz Rabbimiz'in divanında ilerleyecek, huzûr-u Rabbi'l-İzzet'te secdeye kapanıp şefaat edecek, kulların arzuhallerini arz edecek. Arzuhalcisi olacak. Allahu Teâlâ hazretlerine ricada, duada, niyazda bulunacak. Allahu Teâlâ hazretleri onun şefaatini kabul edecek. Onun şefaatini kabul edip, isteklerini yerine getirecek. Kullar hakkında şefaatini kabul edip, kulları bağışlayacak.
Allahu Teâlâ hazretleri cümlemizi Peygamber Efendimiz'in şefaatine erenlerden, kurtulan bahtiyar kullarından eylesin. Afv u mağfiret olunanlardan eylesin.
Tabii Peygamber Efendimiz yine ve lâ fahra buyuruyor. Övünmek yok. "Övünmek için söylenmiş bir söz değil bu" diye Peygamber Efendimiz bunu böylece beyan buyurmuş.
Allahu Teâlâ hazretleri bizi Peygamber Efendimiz'in şefaatine erdirsin!
Yine Câbir radıyallahu anh'ten Deylemî'nin bir başka rivayetini de okuyarak sözümü [bitireyim.] Tabii Mevlîd-i Nebî hakkında günlerce, aylarca, yıllarca konuşulur Peygamber Efendimiz'in evsâfı, güzellikleri bitmez. Onun hakkındaki bilgileri bitiremeyiz söyleye söyleye. Bir hadîs-i şerîfini daha söyleyeyim:
Ene eşrefünnasi haseben velâ fahr.
Bu hadis benim size okuduğum ve lâ fahr geçen hadîs-i şerîflerin üçüncüsü oluyor.
"Ben soyca insanların en şereflisiyim." Ve lâ fahra. Soyunun nasıl şerefli olduğunu ilk hadîs-i şerîfte size anlatmıştım. Hz. Âdem'den itibaren nikâhla, en asil insanların evlenmesiyle doğmuş olan kişilerden gelmiş Peygamber Efendimiz. Soyu böylece çok şerefli.
Ve ekremü'n-nâsi kadren ve lâ fahr. "İnsanların da kıymet bakımından en kıymetlisi, en soylusuyum, övünmek yok."
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem yanına yanaşan, iyilik elini uzatan herkese iyilik elini uzatırdı, aksilik çıkartmazdı, reddetmezdi, her güzel davranışı güzel davranış ile karşılardı.
Eyyühe'n-nas! Devam ediyor nasihatine; Câlisü'n-nâse alâ kadri ahsabihim. "İnsanlarla soyları derecesine göre oturup kalkın." Meclislerinizi ona göre ayarlayın, sözünüzü ona göre söyleyin, [buna] riayet edin, hürmet edin, oturuşunuza kalkışınıza dikkat edin.
Ve hâlitu'n-nâse alâ kadri edyânihim. "Ve insanların dindarlıklarına göre onlarla ahbaplığınızı yakınlaştırın."
Bu da Peygamber Efendimiz'in çok önemli bir nasihati. İnsanlar soylu ise soyluluğuna uygun bir muamele yapılması lazım. Peygamber Efendimiz soyu çok şahane, çok şerefli; o halde Arabın da Peygamber Efendimiz'e, o zamandaki insanlarının o soyluluğunu anlayıp hürmet etmesi gerekir. Bizim de zamanımızda, etrafımızda böyle hatırlı, itibarlı, bir kavmin önderi insan olduğu zaman ona hasebine, nesebine uygun bir tarzda muamele etmemiz lazım. Ama,
Ve hâlitu'n-nâse alâ kadri edyânihim. İnsanlarla beraber olmak, düşüp kalkmak, karışmak, samimiyet kurmak ve iç içe olmak.
Hangi şartla?
Dindarlık şartı ile olacak.
Dikkat edin, herkes ile ahbaplık edin demiyor. Dindarlığı yüksek, vasıflı, iyi olan; -kaliteli diyecektim döndüm dikkat ediyorsanız. Çünkü yabancı kelime kullanmamaya artık dikkat ediyoruz. Bayrak açtık. - insanların dindarlığının vasfı ne kadar yüksek ise onlarla o kadar dostluk edin. Dindar, namuslu, edepli, ahlaklı, Allah'tan korkan insanlarla samimiyet kurun, onlarla beraber olun, onlarla karışın, düşüp kalkın diye bir tavsiye. Bu çok önemli, bu insanı kurtarır. Yanlış insanlarla arkadaşlık yapan mahvolur. İyi insanlarla arkadaşlık yapan kurtulur. Bu nasihati unutmayalım.
Ve enzilu'n-nâse alâ kadri müruvvâtihim. "Ve insanlara mürüvvetleri nispetinde muamele edin." Ne kadar mürüvvetli iseler siz de misafirperverliğinizi ona göre yapın. Siz onların memleketine, kavmine, kabilesine gittiğiniz zaman size nasıl güzel muamele etmişlerse siz de onlar geldiği zaman öyle yapın.
Ve dârü'n-nâse bi-ukûlihim. "Ve insanları akıllarınızı kullanarak müdârât ediniz, dirayetle idare ediniz." Aklınızı kullanın! İnsanlara muamelenizi akıllıca yapın, basîretli hareket edin, herkesi dost etmeye, doğru yola çekmeye çalışın. Aklınızı kullanın! İnsanların zararından kendinizi böylece korursunuz. Aklınızı kullanın! İnsanları hayırlı yola böyle sevk edersiniz; diyerek Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz çok şümullü, çok derin anlamlı güzel bir nasihatle bu hadîs-i şerîfini bitirmiş oluyor.
Allahu Teâlâ hazretleri hepinizden razı olsun, hepimizi sevdiği kulları zümresine dâhil eylesin.
Sevdiği kul olmanın yolu Peygamber Efendimiz'e ittibâ etmektir. Âyet böyle bildiriyor:
Kul in küntüm tühibbûnellâhe fe-ttebi'ûnî yuhbibkümullâhu. âyet-i kerîmesi çok önemli bir hakikati bize bildiriyor. Eğer Allah'ı seviyorsa bir insan Resûlullah'a tâbi olacak ve Allah'ın sevgili kulu olma derecesine varmanın yolu Resûlullah'a uymaktan, Allah'a ulaşmanın yolu Resûlullah'a sımsıkı sarılmaktan geçiyor. Onun için Allahu Teâlâ hazretleri bizi Peygamber Efendimiz'in sünnet-i seniyyesine sımsıkı sarılanlardan eylesin.
Peygamber Efendimiz'in sünnet-i seniyyesi, ehâdîs-i şerîfesi çok güzel. Okuyun derya gibi, uçsuz bucaksız bir umman gibi ve dalın o deryaya, onun içinde nice inciler, mercanlar var göreceksiniz, ne kadar tatlı bir âlem olduğunu anlayacaksınız. Resûlullah Efendimiz'in yolundan gideceğiz. Onun istediği bir müslüman olacağız. Resûlune has ümmet olacağız.
Allah bizi Resûlune has ümmet eylesin. Böylece kendisine has kul olabilmeyi nasip eylesin. Ömrümüzü, dünyamızı, zamanımızı, hayatımızı, imkânımızı, paramızı, pulumuzu, mesleğimizi, çalışmalarımızı Allah'ın rızasına uygun istikamette yapmayı nasip eylesin. Ömrümüzü Ümmet-i Muhammed'e ve bütün insanlara fâideli geçirmeyi nasip eylesin. Şu kandil gecesi hürmetine bizim kusurlarımızı affeylesin. Allah cümlemizi Tertemiz, pırıl pırıl, içi dışı nurlu, kalbi tertemiz, feyizli, mübarek, nurlu kullar eylesin. Nice nice nice mübarek gecelere, kandillere erişmeyi nasip eylesin. Peygamber Efendimiz'in sünnetini şu asırda ihyâ eyleyip şehit sevapları kazanmış olmayı nasip eylesin.
Ahirete bir gün göçeceğiz, kabrimizi cennet bahçesi eylesin. Kabirden bir gün kalkacağız, bizi Peygamber Efendimiz'in livâü'l-hamdi altında peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, sâlihlerle haşreylesin. Bir gün nasip olur cennete girersek bir yerimiz olacak. Allahu Teâlâ hazretleri bizi Firdevs-i Â'lâ'da [meskûn eylesin.]
Firdevs-i A'lâ cennetin en güzel yeri, en yüksek kısmı, en âlâ, en orta yeri.
Firdevs-i A'lâ'da Peygamber Efendimiz'e komşu eylesin, Peygamber Efendimiz'in komşusu olmak, cemalini dâimî görmek, sohbetinde dâimî olmayı nasip eylesin.
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.
26 Temmuz 1996 / Prof. Dr. Mahmud Es'ad Coşan
iskenderpasa.com