20. yüzyılın mürşidi kâmillerinden Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A.) Hocaefendi’yi, dünyayı teşriflerinin yıldönümünde saygı ve hürmetle yâd ediyoruz.
Bu programda bir değişim ve dönüşüm, aynı zamanda farkındalık ve feraset bilimi olan tasavvufun önde gelenlerinden ve son devrin önemli temsilcilerinden olan Mehmed Zâhid Kotku (ra) Hocaefendi’de değişim ve farkındalık fikrini incelemeye gayret edeceğiz.
Değişim; ister kemal, isterse zeval şeklinde olsun, varlıkların ve eşyanın tabiatında var olan bir unsurdur. Mevsimler değişir, gün döner, canlılar büyür, yetişir, ölür, taşlar bile selin rüzgârın marifeti ile yer değiştirir, netice olarak her şey değişme, ilahi kanununa tabi olarak değişir. İnsan ise bütün varlıklardan farklı bir durumdadır. Kendisine verilmiş olan akıl ve iradesi sayesinde, sahip olduğu değerler, inançlar, ülküler, kişilikler, alışkanlıklar, davranışlar, iç ve dış tesirlerle değişimlerin arkasında sürüklenen bir uydu değil, kendisini ve toplumu değiştirip yön verecek durumda ve sorumluluğundadır. Elbette bu netice, bireyin farkındalık seviyesi ve değişim isteğindeki oran nispetindedir.
İslam, değişimden yanadır, fıtrata uygun ve tevhit merkezli bir değişimi istemektedir. Bu sebebe binaen Allah kullarına kendilerini değiştirebilme kabiliyetlerini, aklı, iradeyi, düşünme ve tercih edebilme yetenek ve salahiyetini vermiştir.
M. Zâhid Kotku Rahmetullahi aleyhin “Bu dünyada insan muhayyerdir. İstersen cennet yoluna, istersen cehennem yoluna gidersin”1 cümlesi ile özetlediği bu hürriyeti veren ise Allah’dır. Yani “sünnetullah” adı verilen, sürece yayılmış, tarihsel ve toplumsal değişmeye “Kuvvet ve kudreti ihsan eden, insanı günden güne tekâmüle ulaştıran ve bu gün fezalarda dolaştıran, aylara kadar götüren, o havasız semâ tabakalarını aştıran kudretin sahibi Allah-u Teâlâ’dır”2
İslam insanları irade sahibi kılmıştır ama başıboş bırakmamıştır. İslam dini ahlâka dair birçok emirler buyurmuş, yasaklar koymuştur. Sayısız dinî-ahlâkî sorumluluk ve vecîbeler emredilmiştir. İnananlar şüphesiz bunları görmezlikten gelemez, ihmal edemez, değiştiremez, reddedemez.3 Her türlü girişim, değişim, dönüşüm vs. bu çizilen çerçeveye uygun olmak mecburiyetindedir.
Mehmed Zâhid Kotku Hocaefendi, Tasavvufi Ahlak eserinde şu tavsiyede bulunmaktadır:
“Vefakâr, dürüst, yardımsever, merhametli, şefkatli, cesur, âdil, anlayışlı, hassas, fedakâr, sabırlı, affedici, mütevazı, sebatkâr, çalışkan, hayırlı... vs. bir kimse olmak mecburiyetindeyiz. Bunlara aykırı bir sisteme uyamayız, değer hükümlerimizi tersyüz edemeyiz. Hakiki bir Müslüman olarak, İslâm dışı bir ahlâk anlayışına tâbi olmamız imkânsızdır; inancımıza zıttır.4
CEHD
Kişinin iman etmesiyle başlayan değişim süreci bununla sınırlı kalmaz, o her tevbe-i nasuh ile birlikte yeni bir değişim sürecine intikal eder. İslam tarihinin en çarpıcı değişim manzaraları asr-ı saadette bizzat ashab-ı kiramın hayatlarında gözlemlenebilmektedir. Nebevî davet ile ilk Müslümanlar her bakımdan değişmiş, yepyeni bir kimlik ve kişiliğe bürünmüştür. Bireylerin değişimi ile yeni mü'minlerden "örnek ve temiz toplum modeli" inşa edilmiş, toplum da değiştirilmiştir. Bütün bu değişim zaferi, şiddetli bir cehd, çalışma ve gayret neticesinde mümkün olabilmiştir. M. Zâhid Kotku Hazretlerine göre değişim, müsbettir yani terakki kelimesi ile tarif edilir. Terakki ise lütuf ile değil, kahır iledir5, ancak azim ve çalışma ile ele geçer ki insan buna kabiliyet sahidir:
“İnsanda olan melekiyyet ruhdan ibarettir. Terakkî ve tedenniye kâbiliyyetlidir. ….Bir kimse Hak yolunu bilse de ona sa’y etmese, şiddetli azâb ile muazzeb olur. O da firkat azabıdır.6 Mücâdele ve mücâhede de, aklımızın ermediği nice bin hikmetler vardır. En basîti, mücâhede olmasaydı, bugünkü gördüğümüz terakkiyatın hiç biri olmazdı. İnsanları bu çalışmalara sevkeden en büyük âmil, insandaki üstünlük arzusunun meydana getirdiği, mücâhede ve mücâdele gayretinin bir neticesi ve bir semeresidir.7 İbadette tekâmül ise o da yine mücâhede ve mücadeleye bağlıdır. Mücâhedelerde de dâimî bir sebat ister, yoksa ufak bir ihmal veya nefsin arzusuna muvâfakat, insanın çok yükseklerden bile düşmesine sebep olabilir.8
EMEL
Değişim olumlu ve olumsuz istikametleri takip edebilir. Ancak burada söz konusu edilen yukarıda da ifade edildiği üzere fıtrata ve tevhid inancına uygun, müsbet gelişme yani terakkidir. Terakki manası yüklendiğinde değişmenin ilk ihtiyacı ulaşılabilir, arzulanır bir hedef belirlemektir. M. Zâhid Kotku Hocaefendi de değişim ve ilerlemeyi emel sahibi olmaya bağlar ve Tasavvufi Ahlak eserinde bunu şöyle ifade eder:
“Emelsiz yaşamak imkânı yoktur. İster az, ister çok, insan herhalde bir emele muhtaçtır. O olmazsa hayat hiçbir veçhile terakki edemez; insanlar Âdem aleyhisselam devrini yaşamaktan kurtulamazlardı. Bugünkü medeniyet vasıtaları da hep emellerin mahsulüdür.” 9
ESMA
Kişilerin hususiyetleri, inançları, davranışları, alışkanlıkları, tercih ve yönelimleri toplumsal davranışları ortaya çıkarır, müşterek kültür ve uygulamaları meydana getirir. Dolayısıyla toplum yine ancak onu oluşturan bireyler vasıtası ile gelişir ve değişir. Girişilen her kişisel değişim çabası gibi fertler arasındaki farklılıklar da toplumu dönüştüren ilk hareketlerdir. Kişisel farklılıkları Allah’ın esma ve sıfatlarının insanlardaki tecellilerinin farklılıklarından kaynaklandığını söyleyen M. Zâhid Kotku Hocaefendi, bu farklılıkların değişime ve ilerlemeye katkı sağladığını ifade etmektedir.
“Eğer herkes bir san’ata veya bir ticarete veya bir bilgiye atılsalardı, hep aynı iş veya san’atı yaptıkları için pek çokları muattal kalacak, bu yüzden dünyanın terakkiyâtı ve medeniyeti de elbette bu günkü gibi, her sahada gelişmiş ve ilerlemiş olmayacaktı.”10
LİDER
Bireylerden başlayarak bütün bir toplumu değiştirme projesinin en önemli dinamiği bu değişime yön verecek olan sağduyulu liderlerdir. Mürşidi kâmiller, kendi değişimlerini tamamlamış, insanların hayallerinde belki yer alan değişim idealini başlatan, bu ideali kendilerini takip edenlere de aşılayan kişilerdir. Allah Teâlâ rahmetinin bir eseri olarak “Biz, hiçbir memleketi, o(nun halkı)na öğüt veren/hatırlatan (gönderdiğimiz) uyarıcılar olmadıkça helak etmedik. Biz zulmedenler değiliz.”11 buyurmaktadır. M. Zâhid Kotku Hocaefendi bu konuya temasla peygamberlerin varisleri olan kemal ehli âlimleri, sağduyulu liderleri de kapsayacak şekilde şöyle der:
“Şâyân-ı dikkat ve tavsiyedir ki, Cenâb-ı Hakk’ın, bizleri korumak için peygamberleri, bugün de onların izinde olan erbâb-ı kemâli yaratmasındaki hikmet, ümmet-i Muhammed dâima bunlardan kuvvet alsınlar ve bunların himayesinde, o mel’undan korunsunlar diyedir; onları bizlere vesile kılmıştır. Eğer biz bunlara sokulmaz ve yardımlarını istemezsek, o zaman kabahat tamamıyla bizim olmuş olur. 12
ULEMA
“Ulemâsını sevmeyenin peygamberini sevmesi mümkün değildir”13 diyen M. Zâhid Kotku Hazretleri toplumun hayra doğru yönelmesinde ikinci adım olarak ulemayı görmüştür. Tasavvufi Ahlak isimli eserinde âlimlerin vasıflarına binaen rivayet ettiği “Ulemâ ümmetin emniyet kaynağıdır” hadisi bu noktaya işarettir. Emniyeti sağlamak korumak demektir ki âlimler can ve maldan çok daha aziz bir emaneti korurlar: Kulluk bilgisi ve şuuru. Eğitimle geliştirip, ıslah edecekleri insanın ömrü bilinçle ve uyanıklıkla geçecektir.
Mukaddes kitabımız Kur’an, din adamlarının toplumu etkilediği ve dönüştürdüğü konusunda misaller vermektedir. Samiri adındaki din adamının Hz. Musa’nın yokluğunda İsrailoğulları toplumunu nasıl etkilediği en çarpıcı örneklerdendir. Din adına aldatanlardan korunulması için mü’minler “Sizleri Allah ile aldatmasınlar”14 ibaresi ile uyarılmışlardır. İsra suresi 16. ayet-i kerimede ise lider ve önder sayılanların bu durumu açıkça ifade edilmiştir:
“Biz, bir memleketi helak etmek istediğimiz zaman, onun refahtan şımarmış (kendini yeterli görüp Allah’a ihtiyaç duymayan) elebaşılarına (tebliğcilerle ibadet ve itaati) emrederiz, onlar da fâsıklığa saparlar/dînî kuralları çiğnerler. Artık o (ülke)nin üzerine azap sözü hak olur. Derken biz de onu yerle bir ederiz.”
M. Zâhid Kotku Hocaefendi toplumun müsbet değişimine engel olup, menfiye sevk eden bu kimselerin önce kendilerinin ifsad olduğunu ifade etmektedir:
“Bu fitnelerin en çoğu avam halktan ziyâde, ulemada görülür ki, bunlar dünya âlimleridirler. Çünkü bunların ilimlerini neşirde, kendilerinin üstünlük lezzeti vardır ki, kendi rahle-i tedrislerinde oturanların çokluğuyla veya daha münevver tabakaya hitabından naşi hem gurura ve hem de izzet ve şereflerine ve halk tarafından kendilerine gösterilen teveccühe aldanarak ve bilerek veya bilmeyerek şeytan aleyhillânenin tuzağına düşerler.15
MÜRŞİD ELİNDE DEĞİŞİM
Değişim, devamlı ve zorunludur. Tasavvuf ilminin önde gelenlerinden Feridüddin Attar Hazretleri “Mü’min bir anda yetmiş kere değişir. Münafığın kalbi ise 70 sene tek bir hal üzere kalır”16 sözleri ile değişimin mü’minin hayatındaki muazzam yerine işaret etmektedir. “Kalb daima inkılab halinde olup, sükûtu ve istirahatı yoktur, bu sebeple âfetler ona çok çabuk gelir. Çünkü kalbin inkılâbı, kaynayan tencereden daha sür’atlidir.”17 diyen Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri, Feridüddin Attar Hazretlerinin sözünü şöyle şerh etmiştir:
“Derviş, cezbe ile sülük halinde vâki olan tecellilerin değişik hallerinde sebat ve ubûdiyetin müstakim olmasından nâşî, kendisini mârifet-i ilâhiyeye uyduran ve ona göre hareket eden kimsedir. Bundan dolayı günde yetmiş renge girer. Vâki olan tecellilere uyar. Münafık ise bu istidâd kendisinde olmadığından, yetmiş sene dahi olsa, aynı hal üzere kalır, değişme bilmez, inadı inattır. Çünkü tecellileri mahcuptur, hicablıdır, mânidir, tecelli kabul etmez. Bu tecellilerden haberleri olmayan zavallı kimseler de, bunları bilmedikleri ve görmedikleri için noksanlık addederler. Hâlbuki ne kadar yanılmaktadırlar. ‘Her gün o yeni bir icaddadır’ âyet-i kerimesinden, Cenâb-ı Hakk’ın her an için tecellisinin ayrı olduğunu bilmek gerektir.”18
Değişme kişinin hususiyetleri ve farklılıkları sebebiyle kişiye mahsus bir gelişim gösterir. Toplumlar da böyledir. Değişirler fakat aynı biçimde değil, benzer şekillerde… Tasavvufun fertten başlayıp toplumu dönüştüren üslubunda "karizmatik" özelliğe sâhip mürşidin çok önemli bir yeri vardır. Selçuklu ve Osmanlı toplumlarını inşa eden, tesirleri zayıflasa da günümüz Türkiye toplumuna da ulaşmış olan tasavvufi etki mürşid-i kâmillerin gayretleri ile gerçekleşmiş, sâlik, hedeflenen toplum yapısının vücud bulabilmesi için donatılmıştır. Öyle ki ülkemiz insanının civarındaki menfi gelişmelere verdiği olgun tepkilerin, mutasavvıflar eliyle Müslüman olmalarının bir neticesi olduğu fikri öne sürülmektedir. Bu olgunluğa Zâhid Kotku Hocaefendi şu sözleri ile dikkat çeker:
“Ne kadar zâhid, ehl-i takvâ ve mutasavvıfînden ve ulemâ-yı zevi’l-ihtirâmdan olsalar bile, bundan ileriye kendi başlarına terakki mümkün değildir. Ancak, üstâd-ı kâmillerinin hizmetine ve onlara teslimiyete vâbestedir. Hizmeti ve teslimiyeti nispetinde nefs-i mutmainneye ayak basmaları ve erişmeleri mümkündür.” 19
“Görmez misin ki bir demir parçası bile, hem soğuk hem de sert bir madde iken, ateşin içine konduğu zaman nasıl onun gibi kıpkırmızı bir ateş oluyor, hem de huyunu değişip yumuşuyor. O hâlinde artık demirci onu istediği kılığa sokabiliyor. Şüphesiz ki bir insan hiçbir vakit bir demirle kıyâs olunamaz. O, demir iken işe yarar hale gelsin de, insan iyi bir terbiyecinin elinde neden terbiyecisinin hâlini kazanmasın?”20
M. Zâhid Kotku Hazretleri, dervişliğe kabulün ancak iştiyak ile mümkün olabileceğini çeşitli misaller vererek anlatır. Kastedilen, kişinin tövbeye, gittiği yoldan dönmeye yani değişmeye duyduğu iştiyaktır ki o da sınanacaktır:
“Evvelki devirlerde dergâha talip olanlar, yâni derviş olmak isteyenler birçok hizmetlerden ve tecrübelerden geçtikten sonra alınırmış. Meselâ, paraları sevenler için paralarını getir derler ve onu bir keseye koyup denize atmasını tavsiye ederlermiş. Bunu yaparsa dergâha kabul olunur, yapmadığı takdirde huzura alınmazmış...21
AHLAKLARIN DEĞİŞMESİ
Kudretli bir içtimaî müessese olan din ve iman, ahlâk ile müttefik ve iç içe kaynaşmış durumdadır.22Tasavvuf da bu ahlaki mefkûreye hayat vermek içindir. Ancak der M. Zâhid Kotku Hazretleri “İnsanoğlu alıştığı ve edindiği huylardan pek kolay vaz geçemez. Fakat ahlâkların, bilhassa kökleşmiş huyların değişmesi mümkündür derlerse pek inanma; çünkü bu nadirattandır.” 23 Bu neredeyse imkânsız değişim zorlu çalışmalar, tezkiye ve terbiye ile mümkün olacaktır. Aynı zamanda Peygamberimizin “salihlerle birlikte olmak” tavsiyesinin bereketi ile iyi ahlâklı, edepli, terbiyeli, hayâlı kimselerle arkadaşlık etmek, ilim ve fazilet sahihlerini bulup onlarla hemhal olmak, böylelerini bulmak, bulacağı yerlere kadar gitmek ve bu uğurda her türlü zahmete katlanmak, kişinin kendi saadeti icabıdır.24
Rasûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz buyurmuşlar; “Yâ Hamza, bir nefsi ihya etmek mi yoksa öldürmek mi daha sevgilidir?” Hz. Hamza cevaben “Elbette ihyâsı daha sevgilidir” deyince,“Öyle ise nefsinin kemâle ulaşmasına bak, âdâb-ı şerîata riayetle sâlih ameller işle”buyurmuşlardır.25
Nefs tasavvufta binek olarak adlandırılmıştır. Bu sebeple onun fenası değil ıslahı murad edilir. Bir ömür insanı üzerinde taşıyacak olan bineğinin asi, söz dinlemez, yulara gelmez, her istediğini yer-içer, her istediği istikamete gider bir huyda olması süvarisini yolundan alıkoyar, yanlış istikametlere sevk eder. Onun niteliklerinin iyileri ile değiştirilmesi icap eder. Misaller veriyor bir sohbetinde M. Zâhid Kotku Hazretleri, şöyle ki:
“Şimdi insan gadaplı... Ateş gibi adam; ne söylersen kızıyor, bağırıyor, çağırıyor, vuruyor... Gadabın icabı... Bu insanlıkla yaşamaz, insanlık bununla yaşayamaz. Bunu tebdil etmek lâzım! Neye?.. Şecaate!.. ... Şehvetten doğan şey dünya sevgisi, yaşama hevesleri insanda... Gayeler; güzel giyinme, güzel ev sahibi olma, güzel hanım sahibi olma... Hâlbuki biz bunun için değil; bizi yaratanı sevmek, bilmek ve onun emrini tutmak için dünyaya gelmişiz. Bu güzel sevgisinden Yaradanı sevme kabiliyeti ortaya çıkmalı. Bu dünya sevgisini, muhabbet-i ilâhiyyeye çevirebilmek hüneri var insanda. Onun için en büyük hüner nefsi ıslahta... “26
SEFER DER VATAN
Peygamber Efendimizin hicreti, her anlamda değişime misal teşkil etmesi bakımından çok önemlidir. Çok sevilen, fakat inancın yaşanmasına engel olduğu zaman vatanın, milletin, ailenin, sosyal sınıfın, makam ve mevkiinin Allah'ın dinine hizmet etmek için terk edilebileceğini göstermektedir. Tasavvufi bakımdan Hicret, her türlü gayri İslami anlayış ve duygulardan arınmak, amellere yerleşen gayri İslami davranış ve alışkanlıkları terk etmektir. Bu da ruhta ve manevi anlamda bir seferi başlatan tevbe ile başlar. “Tevbe ile murâd istiğfar değildir. Belki tedenniyi mûcib olan şeyi terk edip terakkiyi mûcib olanı işlemektir.27” diyen M. Zâhid Kotku Hazretleri, Nakşibendiliğin “Sefer der Vatan” ilkesine atıfta bulunarak hakiki muhacirin, memleket değiştiren, düşmandan kaçıp yer değiştiren kimse değil, “Asıl hakiki muhacir kötülükleri, fenalıkları, günahları, yaramaz huyları terk eden kimsedir” diye bildirmektedir. O şöyle der:
“Çünkü insan, ne kadar yer değiştirirse değiştirsin, ahlâkı, huyu ne ise yine odur. Onun için mühim olan olduğu yerde, bütün fenalıkları, mezmum huyları terk edebilmek, hakiki muhacirliktir.28
GAYR-İ MÜSLİMLERİN DİN DEĞİŞTİRMESİ
M. Zâhid Kotku Hocaefendi, Abdülkadir Geylani Hazretlerinden nakille der ki:
“Terakkîde kerem esastır; tevazu’ ise sâlikin terakkisine sebeptir. Bu iki şey tamam olunca sâlikin sadrı alâkalardan salim olur.”
Hocaefendiye göre değişime-terakkiye vesile olan tevazu yumuşak sözle, kerem ise yemek yedirmekle elde edilebilir niteliklerdir.29
Müslümanların sahip oldukları bu vasıflar sadece kendilerine fıtrata ve tevhide uygun değişim kapılarını açmakla kalmamış, onlarda vücut bulan değişim nitelikleri gayr-i Müslimlere de tesir etmiş hayati değişimi gerçekleştirerek Müslüman olmalarını sağlamıştır. Model insanlar olan Müslümanların yol açtığı bu değişimin sebebini Hocaefendi şu cümle ile izah ediyor:
“O, ahlâkî vecibeleri zorba tedbirlerle ve sert cezalarla değil, imana ve gönle hitap ederek, güzellikle teşvik edip sevdirerek yaptırma yolunu kullanmış, bunun için gerekli mânevî mekanizmayı mükemmel bir şekilde kurmuş ve asırlar boyu da başarıyla işletmiştir.”30
“Bakınız, bugünkü o koca Çin’deki Müslümanlar, ancak oraya ticaret maksadıyla giden iki örnek Müslümandan ders ve ibret alarak, onların dürüstlüğüne hayran kalarak Müslüman olmuşlardır. Kafkasya ve Türkistan da ilim sayesinde Müslümanlığı kabul etmişlerdir. Endonezya adalarına hangi ordular gidip oradakileri Müslüman yaptı? Bugün birkaç yüz milyon Müslüman var orada; hem de pek nazik ve pek de kibar Müslümanlar. “31
KÜLTÜR DEĞİŞİMİ
Her millet, kendi kültür müesseseleriyle yaşar, ayakta durur. Kültür unsurları, başka bir milletten alınıp bir millete aşılanmak istenirse büyük buhranlar, karışıklıklar ve çözülmeler ortaya çıkar. Nispeten maddî olan teknolojinin bile tam manasıyla ve birdenbire bir başka millete nakli mümkün değildir. M. Zâhid Kotku Hazretleri bir milletin kendi ahlâkını bırakıp yabancı bir ahlâkı alması ve sindirmesinin uzun asırları gerektirdiğini sonunda yine de tam bir netice alınmayacağını eskinin izlerinin silinemeyeceğini ifade etmektedir. Hele hele bırakılmak istenen, alınmak üzere zorlanandan çok daha mükemmel ise o zaman millet vicdanında büyük yaralar açılır; buhranlar, çatışmalar, çekişmeler, iç mücadeleler baş gösterir; millî bünye, birlik ve beraberlik zedelenir…32 Tasavvufi Ahlak eserinde şu ifadeler yer alır:
“Avrupa bu kültür nakli muamelesinin problemlerini çok iyi bilir, ilmî bakımdan güzel etüt etmiştir. Fakat bizim yarım münevverlerimiz hem bu sosyolojik gerçekleri bilmez, hem de kendi değerlerini, milletini tanımaz. Halkının ızdıraplarını anlamaz. Cemiyetimizdeki geri kalmışlık, buhranlar ve anarşi Tanzimat’tan beri bu gerçeğin görülmemesinden (veya Avrupa’ya alet ve ajan olanların millete mânen hıyanet etmesinden) doğmuş, Islahat fermanlarından beri daima kendi kendimize ters düşmemizden, garbı körü körüne taklitten çıkmıştır. Kendi öz ve mükemmel ahlâkımıza sadık kalsaydık, münevver ve halk arasındaki çekişme olmayacak, kuvvetler zaafa uğramayacak, düşmanlarımızın tahribatını daha çabuk izâle ve telâfi edebilecek idik. Bu bakımdan şimdi de en salim ve verimli çözüm, kendi öz değerlerimize dönmek, tarihimize, kültürümüze, zevkimize ve onurumuza uygun olarak, dinî ve ahlâkî nizamımıza sımsıkı sarılmayı sağlamaktır.33
Kültür toplum içinde ortaya çıkar, aile ve okullar onu yaşatan ve aktaran, yeniden üreten ve nakleden birimler olarak önem arz eder. Çözülme buralardan başladığı gibi inşa ve ihyanın da kaynağıdırlar. Toplumsal bir değişme isteniliyorsa önce bu kurumlardan başlanmalıdır. M. Zâhid Kotku Hazretleri bir zamanlar ülkemizin çok önemli bir sorununun kaynak tespitini okul-aile ikilisine bakarak belirlemiştir:
“Anarşist diye anılan o zavallı çocukların hiçbir kabahati yok diyeceği geliyor insanın. Asıl kabahat onların ana ve babalarıyla birlikte, onlara bu telkinleri yapan bazı dinsiz öğretmenlerdedir. Yine o ana ve babalar ne yazık ki, birçok emeklerle yetiştirdikleri evlâtlarını, istikballerini temin etsinler diye bu dinsiz öğretmenlere teslim ederler ve çocuklarının dinsizliğe doğru kaydıklarını gördükleri halde bir çâre bile aramazlar.”34
ÇAĞA UYMAK
Milli ve dini gayretlerle dünyevi değişikliği istediğini ifade eden M. Zâhid Kotku Hocaefendi, “Dünya, daima değişen ve aynı hal üzere olmayan bir yerdir. O seninle kalsa da, sen onunla kalamazsın”35diyerek insanın değişimi takip etmesi gerektiğine vurgu yapar. Ona göre bu takibin terki ancak kişinin bundan vazgeçmesi yani ölümü ile mümkündür. Şöyle der:
“Gözünü aç, kainata bak!.. Bunun sahibini anlamıyorsan, bulamıyorsan; bu gözü değiştir. Bu göz hayvanda da var. Hayvanın gözüyle insan gözünün arasında büyük bir fark olacak. Nedir? Bu gözle baktığı zaman kâinatın sahibini arayacak. Sahibi başka yerde değil ki. ‘Seninleyim!’ diyor. ‘Senden de sana daha yakınım!’ diyor.”36
Günden güne değişen dünyada sıra Müslümanların değişmesine gelmiştir. Artık gafleti bırakıp, elbirliği yapmanın ve böylelikle her sahada geniş atılımlar yapmanın zamanı gelmiştir. M. Zâhid Kotku Hazretleri bu girişimin Müslümanların el birliği ile olması gerektiğine dikkat çekmektedir, “Allah, kendi yolunda (birbirine) kurşunla kenetlenip kaynaşmış bir yapı gibi saf halinde (kendi yolunda) savaşanları sever” ayetinde belirtildiği üzere…37
Tasavvufta cihâd kavramı sâdece harb ve kıtal anlamında değildir. Aksine tasavvufta cihâd, her türlü gayret, mücadele, çaba ve çalışmayı içine alır. Büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılır ve büyük cihâd, nefs ile cihâd olarak anılır. Daimi bir cihâd türü olan büyük cihad, sürekliliği sâyesinde kişisel dönüşüm ve değişimle sosyal değişimin ana kuvvetlerindendir. Topluca girişilen bu değişim süreci sayesinde önünde durulamaz bir kuvvet ortaya çıkacaktır:
“Sen kendi vatanında, kendinin ve çocuklarının rahat ve emin olarak yaşamasını istiyorsan, behemehâl bir bina halinde, birbirimizle adeta kaynaşıp birleşmemiz lâzımdır. Yoksa başka türlü varlığımızı sürdürmeye imkân bulamayız. Müslümanlık namına hepimizin utanıp, ibret almamız lâzımdır. Artık mürailik devri çoktan geçmiştir. Şimdi elbirliğiyle başbaşa verip, canla başla çalışmak gerektir.”38
GELENEK VE ALIŞKANLIKLAR
Asr-ı Saadet Kur'an ve Sünnete dayalı İslam’ın adaletin ve eşitliğin, barış ve kardeşliğin, İslami zihniyet ve yaşantının hüküm sürdüğü bir dönemdir. Müslümanlar emr-i bi'l-mar'ruf ve'n-nehyu ani'l-münk’ri yerine getirmeyi, Allah yolunda cihad etmeyi, ibadetleri ve salih amelleri eksiksiz yerine getirmeyi inançlarının gereği saymışlar, inanç, ibadet ve ahlak anlayışları ile temayüz etmişlerdir. Ancak geleneklerinin yıkılması endişesi ile insanlar “Yalnız Allah’a kulluk etmemiz ve babalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi bize geldin?”39 diyerek Peygamber Efendimize karşı çıkmışlardır. Tıpkı kötü huylar gibi alışkanlık ve uygunsuz geleneklerin terki de zordur. Gelenek, adet ve alışkanlıklar yaşamı kolaylaştırıcı bir etkiye sahip olsa da davranışlara meşruiyet kazandırmak, bireyleri baskı altında tutmak gibi bir etkiye de sahiptir. Tasavvuf, terk-i âdettir40, zâlimlerin, dinsiz ve kâfirlerin bütün hareketlerinden, yeme, içme, giyme ve saire gibi âdet ve hareketlerine benzememeye çalışmak ve kaçınmak, halka ait ancak günahı mûcib kötü âdet ve ananelerden uzak durmanın ehemmiyetini ifade eden M. Zâhid Kotku şöyle der:
“Alışkanlık çok kötü bir âdettir; terki de o nispette zordur.” 41
“Kötü âdet ve arkadaşların verdiği zarar, o ticaret veya işi ile meşgul olup ibadet, taat bilmeyenlerden daha çok acı ve zararlı olduğu inkâr olunmaz bir felakettir.”42
“Bazı bedbahtlar istedikleri ve çırpındıkları halde bir türlü kötü huylarından kurtulamazlar. Bunun başlıca sebeplerinden biri de kötü alışkanlıkların küçükten beri köklü âdetler hâline gelmesidir. Herkesin sevip bayıldığı; Hakk’ın da, halkın da istediği o güzel ahlâk ve huylar, bu kötü, çirkin ve hiç kimsenin de istemediği kötü huylardan, kötü ahlâk ve âdetlerden kurtulmadıkça mümkün olamayacaktır.43
FARKINDALIK
Kısaca “yargısız bir şekilde şimdiki âna odaklanabilmek amacıyla dikkati toplayabilmek” olarak tanımlanan farkındalık kavramı, anlayabileceğimiz hale şuur, bilinç, uyanıklık, feraset, basiret gibi kelimelerle gelir. Hakk’ı batıldan ayırmak, işin hakikatine, hadiselerin künhüne, mevcudatın mahiyetine, mananın derinliğine vasıl olmaktır. M. Zâhid Kotku Hazretleri “Feraset gönülde bir nurdur, hakâyık-ı eşyayı, güneş gibi parlatıcıdır”44 demektedir. Ona göre anlamak için basîret, feraset denilen iç nurunun ve gönül gözünün açılması lâzımdır.45
“Cenâb-ı Hak Mü’minlere bir feraset vermiştir. O ferasetle Allah Teâlâ’nın verdiği nur sayesinde eşyanın hakikatini görür ve bilirler. Eğer bu nur, günahlar sebebiyle örtülmüşse, günahsızlar, yani veliler gibi idrake kabiliyetleri olmaz. Ancak sathî bir bilgileri olur.”46
Farkında ve şuurlu olmak, Hakk’ı görmek ve ona uymak, batılı görüp ondan uzak olmak, gerçek ve hayalin birbiri içinde eridiği çağımızda ise bu ikisi arasını tefrik etmek kolay bir şey değildir. Haksız ve mesnediz her görüşün kendine ait bir mantığı ve izahı vardır. Bu sebeple Peygamber Efendimiz bir dualarında,“Hakk’ı hak olarak bize göster ve o hakka uymakla da bizi nasipdâr eyle. Batılı da batıl olarak göster ve ondan da uzak olmak nimetiyle bizi nimetlendir” buyurmuşlardır. 47 Bu meselenin çözümü M. Zâhid Kotku Hazretlerine göre şudur:
“Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nurlarla her şey hallolur. Nurlardan mahrum olunca da, her şey noksan olur. Mesela, gözün görmesi için bir ışığa ihtiyaç vardır. Bu ışık olmadığı zaman gözün görmesi nasıl mümkün olmazsa, nurlardan mahrum olan âzâlar da tıpkı bunun gibi, hakikatleri görmekten mahrum olur. Bu sebeptendir ki daimi surette, Hâlık-ı Zülcelâl hazretlerinden tazarru ve niyaz ile bu nurları istemek mecburiyetindeyiz.” 48
Hadiselerin arkasındaki maksadı fark etmek demek olan ferasetten yani farkındalıktan uzak bulunmak başkaları tarafından yönetilme ve yönlendirilme ihtimalini meydana getirir. Bu duruma maruz kalan kişi kendi karar mekanizmalarını kullanmaktan aciz kalarak başkalarının amaçları doğrultusunda kararlar verir ve bunlara iştirak eder. Oysa mü’minlerin yaptıkları her şeyi kendi iradeleri ve tercih hürriyeti ile işlemesine bizzat Allah Teâlâ tarafından izin verilmiştir.
İbret ancak basiretle olur... Dış taraf gözümüzle, iç taraf basiretle görülür, okunur, bilinir.. 49 diyen Kotku Hazretleri feraset ve basiretin yani maddi-manevi uyanıklığın zikirle mümkün olacağını söylemektedir:
“İç gözlerin yani basiretinin açılması, evvelâ zahir olan dış gözlerden başlar. Sonra yüzünden, sonra da göğsünden, daha sonra da cemî’ bedeninden feth olunur. Yani vücudun her âzâsı göz ve kulak kesilir.”50
“Kalbin kararması sebebiyle gönülde Hak ve hakîykat kalmaz. Binâenaleyh, Hakkı kabul ve bâtılı da inkâr edemez. Böylece felâket çukurlarında helak olur gider. Bunun asıl sebebi, kalbin gafleti ve nefsin arzularına ittibâdır. Bu hâl ise kalbin nurunu söndüren ve gözlerin, ya’ni iç gözü denilen basiretin körlüğüne sebep olur. Baş gözünün görmesi bu işte fayda vermez.”51
Tasavvufi Ahlak eserinde sufilerin ahlakını anlatan M. Zâhid Hazretleri mü’minlerin vasıflarını sıralarken onun aldanıcı ve bilmezlikten gelici olduğunu söylemektedir. Feraset ve basiret nitelikleri ile çelişir gibi görünen bu vasıf aslında güzel huyun hataları örtmek, öfkeyi terk etmek, mücadeleden sakınmak prensiplerinin gerektirdiği bir netice, tasavvufi bir ahlak örneği olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu niteliğin izahında der ki:
“Mü’min feraseti bilmez değildir ve aldanmaz da, fakat öyle görünür. Onu, hemen hemen herkes aldatır. O da, herkese aldanır. Çünkü şerri bilmez, hile sahibi de değildir ve bunları da bilmez. Selâmet sadedi ve kalb-i selîm sahibi oluşu, onun bu gibi şeyleri bilmesine ve yapmasına müsaade etmez. Yalnız şu var ki bu gibi hile ve fesad sahiplerine, onlar gibi hilelerine mukabele caizse de, Hz. Ömer radıyallâhu anh gibi olmak ve onun hilesini anlamamış gibi görünmek daha evlâdır. Zîrâ Hz. Ömer, Allah yolunda görünüp hile edenlere bilmezlikten gelerek aldanırlardı ve onları hilelerinden dolayı mahcup etmezlerdi. Onlara dua edip acımak ve iyi bir insan olmalarını Hak’tan istemek en iyisidir.52
TASAVVUFTA FARKINDALIK
Farkındalık kavramı içinde yer alan ve doğrudan tasavvufi terimlerle ifade edilebilecek arasında şunlar da sayılabilir: Murakabe, huş der dem, vukuf-i kalbi, vukuf-i zamani, dikkati teksif anlamında da nazar ber kadem... Şimdi bu kavram penceresinden Zâhid Kotku Hocamızın tanımlarını ve izahlarını inceleyelim.“En şerefli meclis tevhîd meydanlarında tefekkür ve murakabe ile oturmaktır” sözleriyle derecesine dikkat çektiği daimi kontrol mekanizması hakkında Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A.) şöyle der:
“Yatmazdan evvel bir saat olsun kendini murakabeye çek. Kendini bir yokla. Hattâ bu yoklamayı her an hatırından çıkarma. Kendini dâima kontrol altında bulundur. Bak, gör, bakalım nefsin Hakkın rızâsı yolunda mı?”53
En üstün farkındalık hali Hakk’ın kullarına şah damarından daha yakın olduğu bilgisine sahip olmaktır. Bu bilgiye sahip olan kişi daimi surette Allah’ın kendisiyle olan irtibatını gözetir, kalbinde ise Allah’tan gayrısının bulunmamasına azami dikkat sarf eder. Bu durumu izah için Kotku Hazretleri şu kıssayı nakleder:
“Cüneyd-î Bağdadî Hazretlerinden menkuldür ki, ‘Zâkîr, murakabede kedi gibi olmalıdır. Zîrâ bir gün tarikde bir kediyi gördüm. Farenin deliğinde müsteğrak bir halde öyle oturmuş ki, bir kılı bile hareket etmiyordu. Bu kedinin hâlinden bana bir hayret ve mülâhaza hâsıl oldu. Sırrımdan bana nida olundu ki, ‘Yâ deniyyil-himmet; maksudun hakkında beni fareden dûn kılma ve sen de kediden az olma?’” 54
Denilmiştir ki murakabenin evveli, kişinin Allah Teâlâ’nın kendine yakınlığını kalben bilmesidir. Kalbin en âlâ ve eşref zineti de kulun her nerede olursa olsun, Allah Teâlâ’nın kendini müşâhid olduğunu bilmesidir. Murakabe; Rızây-ı İlâhîyi elde etmeyi gözleme mâ’nasına geliyorsa kulun gönlüne agâh olması, orada bulunan ve bulunmayanı, kalbine giren ve çıkanın farkında olması icab eder. Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri, Abdülhalık Gücdüvani Hazretlerinden naklederek der ki:
“Vukuf-u kalbi: Gönülün Hak Süpahânehû ve Teâlâ’dan agâh olmasından ibarettir. Öyle ki, gönülde Hak Sübhânehû ve Teâlâdan gayri hiç bir şey olmaya. Zâkirin kalbi mezkûr ile meşgul olup, Hak’ka ıttıla’ı o derece olacaktır ki, murakabesinden, belki de müşahedesinden de gaybubet etmelidir. Kalbe vukuf demek, kalbin hâline ıttıla’ ve zikr ile iştigâl, zikrin ma’nâsını mülâhaza ile kendisini gaflete düşmekten korumaktır.”55
VUKÛF-İ ZAMÂNÎ
Sufilerin bir önemli farkındalık görevleri daha vardır. O da içinde bulundukları zamana vakıf olmak, gereğine ve ihtiyacına göre davranmak. Günümüzde anı yakalamak olarak tanımlanabilecek bu kavram Nakşibendiliğin Abdülhalık Gucduvani tarafından belirlenmiş 11 prensibinden biridir. M. Zâhid Kotku Hocaefendi bunu şöyle anlatır:
“Vukûf-i zamânî, kişinin zamanının nasıl geçtiğini anlaması ve ona göre hareketlerini tanzim etmesidir. Eğer zamanını huzur ile geçirdiyse buna şükretmeli ve eğer gaflet ile geçirdiyse buna da istiğfar ederek telâfisine çalışmalıdır. Hak taliplerine lâyık olan zamanını gafletle geçirmeyip huzur ile geçirmek için çalışmaktır. Zamandan hiçbir zaman geçmemelidir ki, Allah Teâlâ’nın tam bir teveccüh ile huzurunda bulunmasın.” S. 347
Yine Kelimat-ı Kudsiyye olarak isimlendirilen 11 prensipten biri olan “Huş der dem”, bir gaflet, uyuşukluk ve şaşkınlık mücadelesidir. Huş fârisî lisânında akıl, derdem ise nefis ma’nâsınadır. Burada murâd olunan ma’nâ ile Kotku Hazretleri gaflet içinde alınan her nefesin faydasız hatta ölü olduğunu ifade etmektedir. Şuursuz biçimde alınan ölü nefesin sahibine fayda değil zarar getireceği vurgulayarak şöyle der Kotku Hocaefendi:
“Nefesin her giriş ve çıkışında gafletten nefsi muhafaza gerekir. Bir nefes ki, gaflet ile girip çıkıyorsa o nefes ölüdür, Cenâb-ı Hak’dan münkatı’dır ve bir nefes ki, huzûr ile alınıp yine huzur ile verilirse o nefes diridir, işte Huş der dem’in manası budur. 56
Dikkatleri teksif, çok fazla uyaranla muhatap bulunan çağımız insanının en sık karşılaştığı sorunlardandır. Zihinler dağılır, ilgiler birken beşe, beşken ona yükselir. Bu durum icab eden hallerde derinleşmeye mani olurken kişiyi sathi değerlendirme ve davranışlara sevk eder. “Nazar ber Kadem” prensibi ile M. Zâhid Kotku Hazretleri konsantrasyon probleminin hem gözü hem de diğer azaların fuzuli ve ehemmiyetsiz meşguliyetten alıkonulmasını salık vermektedir. Böylece asıl ve önemli işlere yönelmek mümkün olacaktır:
“Nazar ber kadem: Sâlike lâyık olan yürürken ayağının ucuna bakmasıdır. Tâki etrafa bakışı kendini tefrikaya düşürmeye ve kalbi müştehattan ve müstahsenattân bîrini görüb de alâkalanmaya. Kalpte zikrin temkin hâli zaafa uğradıkça, tefrika da kuvvet bulur ve hicaba sebep olur. Bu sebeple de kalp, zikirden geri kalır. Hakdan münkat’ı olur. Çünkü ‘Kim düşüncesini çoğaltırsa, hüsrandadır’ denilmiştir.”57
M. Zâhid Kotku Hazretleri, kâmil ve olgun Mü’minleri “garip-gurbette bulunan insan” olarak tanımlar. Garip insan, her ne kadar gözleri olsa dahi âmâya benzetilmiştir. Mü’min garip misali olunca, dünyaya bakacak ve ona aldanacak hali bulunmaz. O, hep iç âleminde kendisine ait meseleler ve sorunlarla meşgul, etrafındakileri algılamak için de dikkatli bulunmaktadır. Kotku Hazretlerine göre dış dünya ile yoğun şekilde ilgilenmek sanıldığının aksine insanın farkındalık ve anlayışını artırmaz. Bilakis bu durum düşünce ve endişeleri artırarak görüşünde zafiyete sebep olur. İç âlemine yönelmek ise anlayışı kuvvetlendirir:
“Mü’minlerin zihinleri çok kuvvetli olur. Duyduklarını unutmazlar. Hatta bir kere konuştukları kimseleri çok zaman sonra dahi seslerinden tanırlar. İşte bunun gibi, Mü’min kimsenin, iç âlemi, basireti çok kuvvetli, zihinleri keskin, feraseti kuvvetli olur. Görüşlerinde, ekseriyetle isabetli olurlar.”58
Bu dereceyi elde etmiş olanların ulaştıkları tam konsantrasyon boyutu olarak da nitelendirilebilecek olan“Halvet der Encümen” prensibi “Zahiri halk ile, bâtını Hak ile” sözleri ile özetlenebilir. Asıl gayenin fuzuli uyaranlar, gereksiz uğraşılar ve akıl çeliciler vesilesi ile zihnen, kalben ve ruhen dağılıp gitmemenin neticesi olarak belirmektedir. İç dünyalarındaki fırtınaları dindirmiş, nefsini itminana erdirmiş kimseler halk ile meşguliyet ve dünya işleriyle uğraşmakla Hakk ile olan bağlarını koparmaz. “Bâz Geşt” ve “Nigah Daşt” olarak isimlendirilen farkındalık halleri de dahil edildiğinde Gücdüvani Hazretlerinden nakil olunan Kelimat-ı Kudisyyenin tamamına yakınının farkındalıkla alakalı olduğu görülecektir.
TEFEKKÜR
“Fikri harekete geçirmek” demek olan tefekkür mukaddes kitabımızda sıklıkla emredilmiştir. M. Zâhid Kotku Hazretleri tefekkürün Peygamber Efendimizin Hira’daki ibadetlerinden olduğunu ifade etmiştir. Bu halvet günlerinde zikir de tefekkür ile birliktedir. 59 M. Zâhid Kotku hazretleri farkında, bilinçli ve şuurlu olabilmenin yapıcı unsuru olan tefekkürü şu ifadelerle tanımlamaktadır:
“Tefekkür gönülde bir kandildir. Hayrı ve şerri fark etmekte akıl ona muhtaçtır. Tefekkür gönülde olan mârifeti hazır edip gösterir. Kalbi gaflet deryasına düşmekten kurtarır. Tefekkür gönüllerin tasfiyesidir. Murakabelerin başlangıcıdır. Tefekkür hakikat bahçelerinin emsalsiz ağaçları, çiçekleri, gülleridir. En ince hadiseleri pek aşikâr surette gösteren bir nurdur. Tefekkür, aynı zamanda eşyanın hakikatini gösteren bir aynadır.”60
Peygamber Efendimizin Hira mağarasındaki yalnızlık günlerinde tasavvufun üç amelini bir araya getirdiği görülmektedir. Doğrusu, mutasavvıfların Peygamber Efendimizin bu üçlü ta’lim usulünü tasavvufun etkili eğitim yöntemleri arasına almış bulunmalarıdır. Bunlar halvet, zikir ve tefekkürdür. Zikir düşünceyi harekete geçirmekte, ona yeni bir dinamik kazandırmakta en etkili bir yöntemdir. Nakşibendilikte asıl olan hafi zikir olmasına rağmen, çağın ihtiyaçları doğrultusunda kimi zaman “uyuyan kalpleri uyandırmak” gerekçesi ile cehri zikir de yapılmış ve tavsiye edilmiştir. Bu hususa dikkat çeken M. Zâhid Kotku Hazretleri cehri yani açık zikrin bir farklılığına dikkat çeker:
“Zikr-i cehrinin amelî faydası daha çok başkalarına şâmil olmakla beraber, zâkirin kalbini uyandırır. Uykuyu giderir, neş’eyi artırır, dimağı tefekküre sevk eder. Bu sebeplerle zikrullahın mescitlerde toplu olarak yapılması, ulemâ-i zevi’l ihtiram hazerâtı tarafından müstahsen görülmüşdür.”61
“Zikir murâkabeyi, tefekkürü, düşünmeyi getirir; tâ ki kulu ihsân kapısından içeriye sokar. Ma'lûm ya, ihsân en yüksek makamdır… Zâkir olduktan sonra, artık ondan kötülük beklemek imkânı yoktur, günah beklemek imkânı yoktur. O artık cemiyete en faydalı bir insandır.”62
TEDBİR
Farkındalık, bir manasıyla, meydana gelen hadiselerin iç yüzünü ve arka planını doğru olarak kavramak ve anlamaktır. Tek başına farkındalık mü’minler için tedbir ile tamamlanması gereken eksik bir fiildir. Kotku Hocaefendi “bilir de nasıl tedbir almaz” diyerek farkındalığın etkili bir girişimle devam ettirilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Farkındalık, müspet bir gelişmeye karşı bir aydınlanma ise mü’min “hak ve hakikatin yanında yer alma” zorunluluğundan dolayı harekete geçmek mecburiyetindedir. Bilakis menfi bir durum karşısındaki uyarıyı içeriyorsa da mü’min tedbir ve engelleyici girişimlerde bulunmak durumundadır. Bu bakımdan farkındalık bir eylem içermek durumundadır ki aktif olma becerisini de içerir. Mukaddes kitabımız bu konudaki uyarıları içerir: “Ey iman edenler! (Düşmanlarınıza karşı) korunma (ve savunma) tedbirlerinizi alın. Sonra (düşman üzerine) duruma göre ya bölük bölük veya hep birden seferber olun.”63 “İnkâr edenler isterler ki, siz silahlarınızdan ve eşyanızdan gaflet edesiniz de üzerinize (ânî) bir baskın yapsınlar.”64 Konuya dair M. Zâhid Hocaefendi’nin görüşü şöyledir:
“Bizler için daima hazırlıklı ve hattâ düşmanları korkutacak derecede hazırlanmamızı Kur’ân-ı Mübin’de Tevbe Suresi’nde Rabbimiz pek açık bir şekilde bizlere duyurmaktadır. Hal böyle iken gaflet içinde rahatımıza dalıp, mücâhedelerden soğumamız veya kaçmamız veya önem vermememiz yüzünden lâyıkı vechile hazırlanmayışımız, afv olunmaz bir hatâ, hem de, pek büyük kabahat olduğunu unutmamak gereklidir. Hele bu günün harblerindeki teknik usulleri bilmemek ve öğrenmemek ve üstün duruma geçmemek, harb malzeme ve silâhlarını düşmanlardan tedarik etmek durumu ne kadar yanlış ve acıdır. Hâlbuki bunların en iyilerini ve üstünlerini bizim yapmamızı, dinimiz bize emr ederken, bakın biz nasıl gaflete düşmüşüz.65
M. Zâhid Kotku Hocaefendi, insanları “Dünya dâr-ı belâdır. Cefâcı, sâhir, gaddar, vefasız, mebgûz, menfurdur“ cümlesi ile uyarır. Bizzat dünya bu fiilleri işlemeyeceğine göre üzerinde yaşayan insanlar, milletler ve devletler onu cefalı, acılı, gaddar, istenilmeyen bir duruma getiriyor demektir. Sonra da dünya üzerinde yaşayan etrafındaki insanları aldatarak yaşayanlara karşı tedbirler önerir farkındalık oluşturur:
“Allah’ı bırakmayın, herkesin sözüne aldanmayın. Şöyle ki insanlar bize iyilik ihsan ederlerse biz de onlara iyilik ihsan ederiz. Ve bize zulüm ederlerse biz de onlara zulüm ederiz. Lakin siz kendi nefislerinize hâkim olunuz da, nâsdan iyilik edenlere iyilik ediniz, kötülük edenlere ise mukabele ile zulüm etmeyiniz, fitne ve fesatta başkalarına uymayınız, kötülük edenlere bilâkis iyilikle mukabelede bulununuz.66
Hucurat suresi 6. ayet-i kerimede “Ey iman edenler! Şâyet bir fâsık (yalancı/günahkâr) size bir haber getirirse, doğruluğunu araştırın. (Yoksa) bilmeyerek bir kavme kötülük eder de, yaptığınıza kesinlikle pişman olursunuz” buyuruluyor. İnsanlar toplumun felahı için aldanmamak üzere uyarılmışlardır. Müslümanların tamamını ilgilendiren bir durumla karşılaşıldığında tevazu veya üstünü örtmek değil, oynanan oyunları ortaya çıkarmak, hak ile batılı ayırmak, tedbirleri almak ve masumları aldatıcıların desiselerinden kurtarmak bir vazifeye dönüşmektedir. Şöyle uyarır Hocaefendi:
“Sakın kâfirlerin sözlerine bakma ve aldanma. Ve onların gökte uçmaları ve çeşitli san’at ve hünerleri zinhar seni aldatmasın! Bak şeytan, bunların hepsinden daha hünerli fakat şeytandır, vesselam...”67
“Dinsizlerin propagandasına aldanıp inkâra kalkmak delilikten başka bir şey olamaz. Çünkü inkârcılara akıllı demek caiz değildir.”68
Dünyayı teşriflerinin yıldönümünde, bereketli ve feyizli bütün ömürlerini en büyük değişim olan Hakk’a yönelmek hedefine teşvik eden, insanlara Rabbini tanımak şuurunu aşılayarak, kendini bilmek bilincine ulaştırmaya çalışan, tasavvufun bütün argümanlarını zihni, bedeni ve kalbi uyanıklığı ve farkındalığı tesisi için seferber eden 20. yüzyılın önde gelen mürşidi kâmillerinden Mehmed Zâhid Kotku Hocaefendi’nin en büyük muvaffakıyeti, bu şuuru aşıladığı insanlarla farkındalık seviyesi yüksek bir milletin tesisi olacaktır. Kendisi hayatta olmasa bile asırlarca yaşayacak düşünceleri inananlar arasında bir fikir hareketliliği ve farkındalığı meydana getirecektir. Şu uyarısıyla programımızı nihayete erdirelim:
“Benim indimde en büyük aldanma, günahların devamıyla beraber nedametsiz olarak Allah-u Teâlâ’dan af ummaktır.”69
Bir sonraki yâd programında buluşmak üzere Allah’a emanet olunuz efendim.
Hazırlayan: Serpil Özcan
1 Ana-Baba Hakları, s. 88.
2 Tasavvufi Ahlak 2, s. 28.
3 Tasavvufi Ahlak 1, s. 5.
4 Tasavvufi Ahlak 1, s. 5.
5 TA 2, s. 7.
6 TA 2, s. 8.
7 TA 4, s. 180.
8 TA 3, s. 137.
9 TA 4, s. 221
10 TA 4, s. 139.
11 Şuara/208-209
12 TA 2, s. 27.
13 TA 4, s. 9.
14 Fatır/ 35-5
15 TA 5, s. 6.
16 Attar, Tezkiret-ül Evliya, s. 484.
17 TA 4, s. 238.
18 TA 4, s. 137.
19 TA 3, s. 138.
20 TA2, s. 29
21 Nefsin Terbiyesi, s. 220.
22 TA 1, s. 6
23 TA2, 58
24 TA2, 58
25 TA 5, s. 105-106.
26 Özel Sohbetler, s. 157
27 TA 2, s. 13.
28 TA 4, s. 119
29 Ta 2, s. 160.
30 TA1, s. 4.
31 Nefsin Terbiyesi, s. 201.
32 TA 1, s. 5
33 TA 1, s. 6
34 Nefsin Terbiyesi, s.37.
35 TA 3, s. 57.
36 Özel Sohbetler, s. 71.
37 Saff/ 61-4.
38 TA 5, 117
39 A’raf, 70
40 TA 2, s. 17.
41 TA 3, s. 124.
42 TA 1, s. 177.
43 TA 5, s. 65.
44 TA 4, s. 215.
45 TA 2, s. 38.
46 TA 4, s. 56.
47 TA 4, s. 57.
48 TA 4, s. 57.
49 Cennet Yolları, s. 59.
50 Ta 5, s. 35.
51 Ta 2, s. 41.
52 TA 4, s. 126.
53 TA 2, s. 105.
54 TA 2, s. 186.
55 TA 2, s. 188.
56 TA 2, s. 188.
57 TA 2, s. 188.
58 TA 4, s. 158.
59 TA 2, s. 98
60 TA 4, s. 215.
61 TA 2, s. 44.
62 Zikrullahın Faydaları,
63 Nisa/ 4-71.
64 Nisa/ 4-102.
65 TA 2, s. 82.
66 Ana Baba Hakları, s. 93.
67 Ana Baba Hakları, s. 25.
68 Ana Baba Hakları, s. 73.
69 TA 3, s. 95