___________________________________________


Ömer ibnu’l-Hattab,Ebû Bekir anıldığı zaman şöyle derdi «Ebû Bekr efendimizdir ve o efendimizi azat etmiştir. Yani  hz. Bilâl’i.. Hz. Ömer’in «Efendimiz» lâkabını verdiği Hz. Bilal, ravilerin tarif ettiğine göre rengi simsiyah, vücudu çelimsiz, saçları sık ve ince yüzlüydü.Hz .Bilal radiyallahü anh ,  kendisine yöneltilen ve lütfedilen medh ve övgü cümlelerini duymaz, sadece başını önüne eğip gözlerini kapatır, yanakları döktüğü gözyaşlarıyla ıslanmış bir halde şöyle derdi:
«Ben sadece bir Habeşliyİm… Ve daha düne kadar bir köley­dim!…»
Sevgili dinleyiciler, düne kadar bir köle olan bu Habeşli kimdir ?
İşte o, İslâm’ın müezzini ve putların kırıcısı Bilâl İbn-i Rebâh’tı..
O, iman ve samimiyet mucizelerinden biriydi…
İslâm’ın başlangıcından bugüne ve Allah’ın takdir ettiği kadar, karşılaşacağımız her on müslümandan —en az— yedisi Bilâl’i tanır…
Yani asırlar ve nesiller boyunca milyonlarca insan Bilâl’i tanımış, onun adını ezberlemiş,  İslâm’ın en büyük iki halifesi Ebû   Bekrin Ömer’in öğrendikleri gibi onun devrini tam olarak öğrenmiştir,
Mısır’da, Pakistan’da Çin’de…
Kuzey ve Güney Amerika’da, Avrupa’da, Rusya’da, İrak’ta, Suri­ye’de, Türkiye’de, İran’da, Sudan’da Tunus’ta, Cezayir’de ve Fas’ta…
Afrika’nın derinliklerinde, Asya’nın tepelerinde…
Müslümanların oturduğu, yeryüzünün her bölgesinde öğreniminin ilk yıllarında olan herhangi bir müslüman çocuğuna: «Çocuğum! Bilâl kimdir?» diye sorduğunuzda…
O sana : «Bilâl Hz. Peygamberin müezzinidir, dininden döndür­mek için efendisi tarafından ona kızgın taşlarla işkence edilen ve:
«Ehâd (Bir)… Ehâd (Bir)» diye cevap veren köledir» diyecektir.
Babasının ismi Rabah, annesinin ismi Hamâme’ydi. Cumhoğullarının yanında, Ümeyye b. Halef’in kölesi olarak bulunuyordu. İslam’la o zaman tanıştı ve hemen Müslüman oldu. İbn Sa’d’in nakline göre İslam’ı açıktan ilan edenlerin sayısı henüz yedi kişi idi. Hz. Bilal de bunlardan biriydi. Resul-i Ekrem ve Hz. Ebu Bekir’e kavminden dolayı eziyet ve işkence edemeyenler, sahipsiz olan Hz. Bilal, Habbab, Suheyb, Ammar ve annesine (r. anhüm) diledikleri gibi eziyet ettiler … Bu kutsi insanlar, sahipsizler diye çok meşakkatlere maruz kalmışlardır; hatta kimi zaman demir zırhlar giydirir, kızgın güneş altında çöl sıcağında bırakırlardı. Gaye ise: Onları Allah ve Rasulü’nden geri döndürmek. Halbuki onların hakkı bulduktan sonra dönmeleri, hayalden bile geçecek şey değildi.
İslâm’ın Hz.Bilâl’e lütfettiği bu ebediliği görünce şunu da bilmek gerek ki Hz. Bilâl, İslâm’dan önce bir avuç hurma karşılığında efendisinin devele­rini otlatan bir köleden başka birşey değildi. İslâm olmasaydı, ölüm onun işini bitirip unutmanın derinliklerine atıncaya kadar kalabalıkta şaşkın şaşkın yürüyen bir köle olmasından başka birşey düşünülemezdi… İslamla şeref buldu…
Ve onun imanındaki samimiyet ve inandığı dinin azameti onu, hayatında ve tarihinde, İslâm büyükleri arasında büyük bîr yere ge­tirdi!…
Büyük insanlar, mevki, otorite ve servet sahiplerinin çoğu Habeşli köle Bilâl’ın elde ettiği ebediliğin onda birini bile elde edeme­diler!…Hatta tarihteki kahramanlardan birçoğu Bilâl’in kazandığı tarihi şöhretin birazını olsun kazanamadılar.Derisinin siyahlığı, bir köle olarak insanlar yanındaki basitliği onu, İslâm’ı din olarak seçtiği sırada, sa­mimiyet teslimiyet, temizlik ve fedakârlığının ona lâyık gördüğü yük­sek mevkiye gelmekten mahrum etmemiştir.
Efendim, Bunların hepsi onda, hesapta olmayan bir büyüklüğün mevcut ol­duğunu göstermiş herkesi hayrete düşürmüştür. İnsanlar, hz. Bilâl gibi bir kölenin yabancı bir ırka mensup olduğunu, onun ailesinin ve gücünün olmadığını, onun hayatta hiçbir şeye sa­hip olmadığını, parasıyla onu satın alan efendisinin bir malı olduğunu, onun efendisinin basit istekleriyle deve ve koyunları arasında gi­dip  gelen birisi olduğunu zannediyorlardı…
Onlar böyle bir varlığın hiçbir şeye gücünün yetemeyeceğini onun hiçbir şey olamayacağını zannediyorlardı…
İşte o, bütün zanları alt-üst edip ve bir imana muktedir olur, hem de öyle bir iman ki, zulmün en ağırı esnasında bile Hakkın ismini tekrar etmekten kendini alıkoymamıştır … Sonra o, Müslüman olup hz. Peygamber’e tabi olan her Kureyş efendisi ve bü­yüğünün kendisi için umduğu iş olan, hz.Peygamber’in ve islamın  ilk müezzini olur!…
Evet… Bilâl ibn-i Rebâh!
Hz. Bilal, siyah ırktan olan bir Habeşistanlıdır. Kaderi onu, Mekke’deki Cumâh oğullarından bazı insanların kölesi yapmıştı ki, annesi de on­ların cariyelerinden birisiydi…
Sevgili dinleyiciler , O, kölelik hayatını yaşıyor, günleri birbirine benziyor ve kuru bir şekilde geçiyordu. Ne bugününde hakkı vardı, ne de yarınından ümi­di
Mekke’de halk Hz. Muhammed’le ilgili haberleri birbirlerine aktarma­ya başladıklarında, Cumâh oğulları kabilesinin şeyhlerinden Umeyye ibn-i Halefin sözlerini dinlediğinde bu haberler Bilâl’ın kulağına da gelmeye başlamıştı.
O, Umeyye Ne arkadaşlarının ve kabile ferdlerinin birbirleriyle konuşurlarken Hz. Peygamber’den genellikle  öfke, üzüntü ve kinle bah­settiklerini duymuştu…
Hz. Bilâl ra. In kulağı, çılgın düşmanın sözleri arasından bu yeni dinin ona tasvir ettiği özellikleri kapıyordu… Bunların, yaşadığı bu çevrede yeni özellikler olduğunu hissediyordu. Nitekim onun kulağı, onların ürkütücü —tehdîdkâr— sözleri arasından hz. Muhamed’in şerefini, doğ­ruluğunu ve emin oluşunu da kapıyordu!…
Evet… Onların, iki cihan serveri Hz. Muhammed’in getirdiği şeye şaşırdıklarını ve ona hayran kaldıklarını da işitiyordu!…
-Onlar birbirlerine şöyle diyorlardı: Muhammed hiçbir gün yalan­cı, büyücü ve deli olmadı… Bugün bütün bunlarla onu kötüleyecek bir şeyimiz olmasa da, onun dinine girecek olanları ondan alakoyacağız!
Bilâl onların; Hz. Peygamber’in emin oluşundan… Vefakârlığından… Mertliğinden ve ahlâkından…Temizliğinden ve çok akıllı olduğundan bahsettiklerini de duy­muştu…
Kendilerini onunla uğraşmaya ve ona düşmanlık yapmaya sevkeden sebepleri de aralarında konuşurlarken duymuştu. Bu sebepler: Önce, onların atalarının dinine bağlılığı… İkincisi, Kureyş’İn şerefine zarar geleceği korkusuydu. Bütün Arabistan’da ibâdet merkezi olarak, orayı dinî merkez haline getiren bu şereftir. Üçüncüsü  Haşim oğullarına kin gütmeleri, çünkü peygamber, kendilerinden değil de onlardan çık­mıştı!..
Bilal ibn Rebah kölelikten efendiliğe ilk adımını atar ve Allah’ın nurunu görür, temiz ruhunun derinliklerinde hakikatin sesini duyar ve hemen Allah’ın Rasûlü’ne gider ve oracıkta Müslüman olur… Hz. Bilâl’ın Müslüman oluşu yayılmakta gecik­mez… Dünya Cumah oğullarının efendilerinin kafalarında döner… Bunlar  kibirin  şişirip, gururun ağırlaştırdığı   kafalardır!..
Yeryüzünün şeytanları, kölelerinden birinin Müslüman oluşunu kendilerini utanca gark eden bir tokat gibi gören Umeyye ibn-i Halefin göğsüne yerleşirler..
Habeşli köleleri müslüman oluyor ve Muhammed’e taabi oluyor ..
Umeyye kendi kendine: Buna rağmen zararı yok… Sadece bugü­nün güneşi bu kaçak kölenin müslüman oluşuyla batacak!..
Bilâl’in İslâm ona daha lâyıksa da yalnız İslâm’ın şerefi ol­mayan bir durumu vardır, fakat o bütün  insanlığın şerefidir.O, büyük salih insanlar gibi en katı işkence türleriyle karşılaş­mıştır.
Sanki Allah, yüzü siyah olanlar ve köle olanların iman edip ya­ratanına sarıldıkları ve haklarına yapıştıklarında ruh yüceliğine nail olamayacakları hususunda onu insanlara bir örnek yapmıştı…
Bilâl ise tüm insanlığa tüm İslam alemine, vicdan hürriyetinin ve yüceliği­nin, ne dünya kadar altın ne de dünya kadar işkenceyle satılamayacağı manâsına gelen  bir ders vermişti…
Dininden döndürmek veya inancının bozuk olduğunu gösterme üzere çıplak olarak korların üzerine yatırılmış işkencelerin en acımasızına dayanmış ve  direnmiştir…
Hz. Peygamber ve İslâm, vicdana saygı sanatında, vicdan hürriyetini ve onun yüceliğini korumada, bu ezilmiş Habeşli köleden bütün insan­lığa bir üstad meydana getirmişti.
Ne eziyetler yapılmamıştı ki , ilk köle Müslüman , ilk müezzin Habeşli yanık tenli Bilal’e..
Onu, çölü öldürücü Cehennem’e çeviren öğle sıcağında dışarı çı­karıyorlar… Çıplak olarak, kızgın taşların üzerine atıyorlar, sonra, birkaç kişinin yerinden kaldırıp taşıyabildiği kızgın bir taş getiriyorlar ve onu Bilâi’in vücûduna, göğsüne koyuyorlardı.
Bu işkence her gün tekrarlanıyordu. Nihayet cellâtlardan bazıla­rının işkencenin şiddetinden dolayı kalbleri yumuşayıp sadece  bir tek kelimeyle de olsa putlarını yani tanrılarını iyi olarak zikretmesi karşılığında onu serbest bırakmaya razı oldular. Onlar için, o bir kelime, tanrıla­rının büyüklüğünü korumaya yetecekti. Kureyş ise kölelerinin diren­mesi ve inadı karşısında rezil olduklarını söyleyemiyorlardı.
Ancak,Bilal, kalbinin gerisinden söyleyebileceği, imanını kaybetmeden hayatını ve canını satın alabileceği ve kanaatinden vazgeçebileceği bu tek kelimeyi bile, geçici bu tek kelimeyi bile söylemeyi reddetti!..
Evet, onu söylemeyi reddetti ve onun yerine ebedî marşını tekrarlayıp duruyordu!..
«— Ehâd Ehâd …»
Cellâdları ona haykırıyor, hattâ şöyle demesi İçin ona yalvarıyorlardı. Hadi Lât ve Uzza’yı söyle…» O da onlara.
«—Ehâd… Ehâd…» diye cevap veriyordu.
Onlar: «Bizim dediğimiz gibi de» diyorlardı. O da bir alayla:
«— Benim dilim onu iyi söyleyemiyor!.» diyordu.
Bilâl, öğle vaktinin şiddetli sıcağında kalır, akşam olduğunda onu ayağa kaldırırlar ve boynuna bir ip takarlar, sonra çocuklarına onu Mekke’nin tepelerinde ve caddelerinde dolaştırmalarını emrederlerdi… Ve Bilâl dilinden mukaddes marşı «Ehâd, Ehâd»i düşürmezdi.
Gece olunca onunla şöyle pazarlık ederler:
«— Yarın, tanrılarımız hakkında iyi sözler söyle, Rabbim, Lât ve Uzza’dır, de. O zaman seni kendi haline bırakırız. Sana işkence et­mekten usandık. Hatta sanki bize işkence ediliyor!»deryerse de , O, başını sallar ve şöyle derdi:  «Ehâd Ehâd».O, geçim için, makam ve mevki için başka ilâhlara sığınmazdı.
O biliyordu ki hüküm Allah’a aittir, rızık Allah’a aittir. Öldürmek ve yaşatmak Allah’ın elindedir. Geçici dünyanın çıkarları için put ve tağutları tasdik etmek ve bu arada imandan bir cüz de Allah’a ayırmak iman için yeterli değildir. Tam ve kâmil anlamda hükmün, öldürmek ve diriltmenin Allah’a ait olduğunu rızık verenin yalnız Allah olduğunu, Allah’ı bütün sıfatlarıyla tanıyıp ona göre iman etmedikçe ve bu uğurda gelecek sıkıntı ve ezalara katlanmadıkça imanda kemâle ulaşmanın mümkün olmadığını biliyordu. Bilâl, rızık ve ölüm korkusu taşımıyordu. Yalnız Allah’tan korkuyor ve yalnız ondan ümid ediyordu.
İşkence altında kıvranan Bilâl (r.a.)’a rastgelen Varaka b. Nevfel,
“Vallahi ey Bilâl, Allah birdir, Allah birdir. ” der, sonra da müşriklere dönerek: “Siz onu bu yüzden öldürürseniz, biz onu, kendimize örnek alırız.” derdi (İbnü’l-Esir, el-Kâmil Fi’t-Târih, II, 66).
Bilâl’in efendileri olan Mekkeli müşrikler onu, çoluk çocuğun oyuncağı yapmışlardı, ona işkence edenlerden biri de Ebu Cehil’di. Ama Bilâl’e yapılan işkenceler sırasında gösterdiği sabır ve tahammül hepsini şaşkına çevirirdi. Nasıl oluyor da bu derece ağır işkencelere katlanabiliyordu.
Umeyye ibn-i Halef bir gün onun yüzüne bir yumruk patlatıp,
«— Seni bana hangi uğursuzluk getirdi, ey pis köle… Lât ve Uz-za’ya yemin olsun ki! Seni köle ve efendilere ibret olacak hale geti­receğim…
Bu sözler üzerine Bilâl kesin bir iman ve ruh yüceliğiyle:
«— Ehâd, Ehâd» dedi.
Kendisine, ona acıyor rolünü oynama görevi verilen kimse tekrar konuşmaya ve pazarlığa başlar:
«— Umeyye! Sen çeki!!.. Lât bugünden sonra işkence etmeyecek, Bilâl artık bizden. Annesi bizim cariyemizdir. Müslüman olmakla o bi­zi Kureyş’in dedikodusu ve maskarası yapmaya razı olmayacak…»
Bilâl, onların yalancı ve sahte yüzlerine bakar, sabah aydınlığı gibi olan gülümsemesini keser ve onları titreten bîr sakinlikle:
«— Ehâd.. Ehâd» der.
Yine sabah olur şiddetli öğle sıcağı yaklaşır, Bilâl yine kızgın çöle götürülür, o herzamanki gibi sabırlı, dirençli ve azimlidir.
Göğsünde volkan gibi iman taşıyan bu sahabeye yapılanlar, aksine onun imanını pekiştirirdi. Halbuki, işkenceler karşısında imanlarını gizleme ruhsatları vardı Fakat, Hz. Bilal, bu ruhsattan bir kere bile istifadeyi düşünmemişti. Habeşistan’a gidecek kafileye intisap etmemişti. Daima ön saflarda bulunmuş, Resul-i Ekrem’in yanından hiç ayrılmamıştı.
İşkenceler onun katığı olmuştu âdeta. Ölmeyecek kadar verdikleri yiyeceklerin yanında birkaç öğün de işkence vardı. Yine böyle bir gün, Bathâ vadisinde göğsünde ağır taşlar, kumların hiddetine maruz kalmışken oradan geçmekte olan Sıddîk Ebu Bekir onu bu halde görmüştü
şöy­le haykırdı
«— Bir insanı «Rabbim Allah» dediği için mi öldürüyorsunuz?»
Sonra Umeyye Îbn-İ Halefe:
«— Değerinden daha fazlasını al ve onu serbest bırak…» der.
Sanki Umeyye batmak üzereydi de ona cankurtaran sandalı ye­tişmişti.
Efendimizin sıdık dediği güzel dostu Hz. Ebû Bekr’in Bilâl’in azad parasını teklif ettiğini duyunca Umeyye’nin içi rahatlar. Çünkü Bilâl’ın itaat edeceğinden ümitlerini kes­mişler ve bunu kendilerine iyice dert edinmişlerdi. Onlar tüccar ol­duklarından, onlar için hz. Bilâl’i satmanın, ölmesinden daha kazançlı ol­duğunu anlamışlardı.
Onu, hürriyetine kavuşturmak isteyen Ebû Bekr’e hemen sattı­lar. Hz. Ebubekir elindeki kölelik iplerini kesmiş , islamla bir kez daha şeref bularak hür insanlar arasındaki yerini almıştı… Ebû Bekr hürriyete gö­türmek üzere Biiâl’i koltuğunun altına alınca Umeyye ona şöyle dedi..
«Onu al, Lât ve Uzza’ya yemin ederim ki, eğer onu sadece bir tek okıyyeye satın almaya razı olsaydın yine de sana sa­tardım…
Hz. Ebû Bekr, bu sözlerdeki ümitsizlik acısını ve çaresizliği farketti. Bunlar cevaba lâytk sözler değildi.
Ama bu sözlerde, din kardeşi olan bir kişinin şerefine sataşmada bulunulduğu için Umeyye’ye şöyle cevap verdi:
«— Vallahi! Siz onu, yüz okıyye’den aşağısına satmaya razı ol­masaydınız o parayı ben yine de öderdim!..»
Ebû Bekr hürriyete kavuştuğunu müjdelemek üzere arkadaşı Bilâl’i  Rasûlüllah’a (s.a.v.) götürdü. O gün Müslümanların bayramıydı.. İşkence bitmiş o güzel sahabe hürriyeti yudumlamıştı..
AKRA FM – Onlar Yıldızlar Gibi

Admin 09 Temmuz 2014

ŞU AN CANLI

HAVA DURUMU


ANTALYA